28 Aralık 2012 Cuma

GÜNÜN KARİKATÜRÜ

MUTLAKA OKUYUN!



Almanya’da bir lise müdürü, her eğitim öğretim yılı başında öğretmenlerine şu mektubu gönderirmiş.

“Bir toplama kampından sağ kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. İyi eğitilmiş ve yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, iyi yetiştirilmiş doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekler, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar.

Eğitimden bu nedenle kuşku duyuyorum. Sizlerden isteğim şudur.Öğrencilerinizin insan olması için çaba harcayın.Çabalarınız bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar üretmesin. Okuma yazma, matematik, çocuklarınızın daha fazla insan olmasına yardımcı olursa ancak o zaman önem taşır.”

(Muhalif Çizgi'den)

GÜNÜN SÖZÜ

ODTÜ AYAKTA

msgsü lü öğrencilerden (ve mezunlardan da)


           ODTÜ ONURUMUZDUR

ODTÜ'den Başbakan'a Bir Mektup Daha




18 Aralık'tan beri yorduğun yetmiyormuş gibi NTV'de yaptığın açıklamayla onca sınavımın arasında bana bu yazıyı yazdırdın ya aşk olsun sana be başbakan!

Biliyorum ODTÜ'ye gelirken hayal ettiğin karşılama gördüklerin gibi değildi. Biliyorum isterdin ki öğrencisiyle, çalışanıyla, akademisyeniyle ODTÜ olarak etrafında el ele çember oluşturup hep birlikte ''Beraber Yürüdük Biz Bu Yollarda'' şarkısını söyleyelim. Sonra büyük bir heyecan içerisinde 10'dan geriye doğru sayarak GÖKTÜRK-2'nin fırlatılmasını bekleyelim ve ''Yaşasın uydumuz, Viva Tayyip Erdoğan'' diye haykıralım!

Ama hayat bu, bazen istediklerimizi, temenni ettiklerimizi değil alnımızda yazanı yaşıyoruz işte. Nasıl kaderi ölmekse madencinin, atanamamaksa öğretmenin, tutuklanmaksa öğrencinin ve gazetecinin, anası ağlamaksa çiftçinin, senin kaderinde protesto edilmekmiş be bay başkan.

Kabullenemiyorsun bu durumu alışamadın bir türlü farkındayım ama biz de sana alışamadık ve seni kabullenemedik. Bir de hocalarımıza demişsin ya ''Yetiştirdiğin öğrenciler bunlarsa bu ülke batmış''. Hay ağzını öpeyim. Biz de onu söylüyoruz '' Bu ülke batmış''. Her tarafı NATO üsleriyle dolan, uçakları tarafından halkı bombalanan, bir tarafta gecekonduları yıkılırken diğer tarafta gökdelenler yükselen, Suriye'de kafa kesen islamcı örgütleri besleyen, Van'da hala çocukları üşüyen ve yiyecek ekmek bulmakta bile zorlanan bir halka sahip olan bu ülke çoktan batmış.

Ama sen sanki Tüpraş'ı, Tekel'i, Türk Telekom'u ve daha nice kurumu biz satmışız da parasını binlerce ODTÜ'lü olarak Ankara pavyonlarında yemişiz gibi ülkenin batmışlığının faturasını bize yıkmaya çalışıyorsun. Hadi 10 senedir tek başına iktidar değilmişsin gibi her şeyi eski hükümetlere bağlamanı anladık da bu birazcık abartılı oldu sanki. Gerçi ''İçişleri Bakanı'nın İdris Naim Şahin olduğu bir ülkede abartı da ne demek'' dersen sen de haklısın tabi. Bu arada sanma ki patriotlar, Alman askerleri arada kaynadı. Biz senin kadar misafirperver değiliz başbakan. Sindiremiyoruz eli kanlı NATO askerlerinin ülkemizde takılmasını. Biz misafirperverliği ABD askerlerini denize döken bir nesilden öğrendik, 6. filoyu kendine kıble belleyenlerden değil. Bu misafirperverlikten tabii ki sen de nasibini alacaktın.

Bu okul çok misafir gördü başbakan. Tekel işçilerini, Togo işçilerini de ağırladı bu okul, Vietnam kasabı Kommer'i, Gorbaçov'u da... Yerinin Gorbaçov ve Kommer'in yanı olduğunu sen de biliyorsun hiç öyle aynı gemideyiz falan deme boşuna. Zaten biz öyle gemilere, gemiciklere falan sığacak kadar az değiliz. Korkuyorsun değil mi bizden? Yalnız olmadığımızı da görüyorsun. Sansürüne, baskılarına, tutuklamalarına rağmen sinmedik ve halk artık inanmamaya başladı sana.

Saflar yavaş da olsa belli oluyor başbakan. Kasımpaşa delikanlısından bahsetmiyorlar artık sokakta; ODTÜ'lülerin direnişinden bahsediyor herkes. Öyle her protesto edene ''Bunlar zaten terörist, bunların maksadı farklı'' demek tutmuyor artık. Hem bu memleketin öğrencisi olmuş terörist, gazetecisi olmuş terörist, akademisyeni, sanatçısı, işçisi, memuru, köylüsü olmuş terörist. E ama sorarlar adama o zaman ''Senden Başbakan olsa ne olur olmasa ne olur''.

Olur da bir gün cebindeki 200'lük banknotların arasına bir 10 TL sıkışırsa arkasını çevir de bir bak. Orada o beğenmediğin ODTÜ öğrencilerini yetiştiren hocalardan birini göreceksin, şaşırma. Altında yazan teoremi de inceleme boşuna, anlamazsın zaten.
 — Servet Servujve Burcu Bulut ile birlikte.

9 Aralık 2012 Pazar

akp nin ilkleri


Türkiye' deki icraatlarının unutulmaması ve bakar körlerin gak guk etmemesi için Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP' nin Türk siyaset tarihindeki bazı ilklerini hatırlatmakta yarar görüyorum.
* 1- İlk defa bir Başbakan " Tezkere geçmezse memura maaş ödeyemeyiz " dedi
*2- İlk defa ekonomi büyürken işsizlik arttı.
*3- İlk defa cari açık verilirken döviz kuru arttı.
*4- İlk defa bir Başbakan zam isteyen memura " İMF' yi ikna edin " dedi.
*5- İlk kez ithalat 100 milyar doları aştı.
*6- İlk kez cari a çığın üstünde borçlanma yapıldı
*7- İlk kez Yunan kilise bankası Türkiye' de banka satın aldı.
*8- İlk defa domuz, kesimlik hayvanlar arasına alındı
*9- İlk defa düşük faizli dış borç, yüksek faizli iç borç ile ödendi.
*10- İlk defa bir Başbakan ve Dışişleri Bakanı, islâmiyeti yok etmeye yemin eden bir Papa' nın heykeli önünde fotoğraf çektirdi.
*11- İlk defa bir Başbakan " Toprak satılıyorsa alıp götürmüyorlar ya " dedi.
*12- İlk defa bir cami kiliseye çevrildi.
*13- İlk defa kilise ve havralar imar planında yer aldı.
*14- İlk defa bir Başbakan Yahudi düşünce kuruluşundan " Üstün Cesaret Ödülü " aldı.
*15- İlk defa Türk askerinin başına ABD güçlerince çuval geçirildi.
*16- İlk defa bir Başbakan " bir dönem dini kullandık " dedi.
*17- İlk defa petrol kanunu ile yabancılara 50 yıllık imtiyaz verildi.
*18- İlk defa yabancı rantiyecilere vergi muafiyeti tanındı.
*19- İlk defa iletişim sektörünün tamamı yabancıların eline geçti.
*20- İlk defa tezkere ret edilmesine rağmen Dış İşleri Bakanlığı genelgesi ile silahlar Türkiye üzerinden geçti.
*21- İlk defa bir Başbakan İslâm dünyasının sınırlarını değiştirecek BOP' un eş başkanı oldu.
*22- İlk defa bir Başbakan Müslüman topraklarını işgal eden ABD askerlerinin evlerine sağ salim dönmeleri için dua ettiğini açıkladı.
*23- İlk kez İsrailli bir işadamına çok gizli bir şekilde 800 milyon dolar kaynak aktarıldı.
*24- İlk defa bir Başbakan yapılan ihalede önce uçak istedi ama sonra Mercedes' e razı oldu.
*25- İlk defa fındık üreticileri en büyük mitingi yaptı.
*26- İlk defa bir Başbakan Türkiye' yi pazarladığını açıkça itiraf etti.
*27- İlk defa tarımsal üretimde dış ticaret açığı ortaya çıktı.
*28- İlk defa bir Başbakan çiftçilere " Gözünü to p rak doyursun " dedi.
*29- İlk defa kap kaç diye bir sektör ortaya çıktı.
*30- İlk defa zina suç olmaktan çıktı.
*31- İlk defa bir Başbakan en fazla yurt dışı gezisi yaptı.
*32- İlk defa bir Başbakan " Borç yiğidin kamçısıdır " diyerek borçlanmayı bir başarı olarak gösterdi.
*33- İlk defa enflasyon % 10 artarken pancar fiyatları 99 kuruştan 88 kuruşa indi. *34- İlk defa çiftçi ve emekliden vergi alınması sözü verildi.
* 35- İlk defa bir Başbakan Danışmanı Amerikalılara Başbakan için " Bu adamı kullanın, onu rogara süpürmeyin " dedi.
*36- İlk defa GSMH artarken KDV tahsilâtı yerinde saydı.
*37- İlk defa bir Başbakan TMSF katkısıyla bu kadar çok TV ve gazete yönlendirdi. *38- İlk defa Türkiye Cumhuriyeti' nin Cumhurbaşkanı misafir olarak gelen bir kralın ayağına gitti. Hem de 10 Kasım günü. < /u>.
. *39- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN ÇİFTÇİYE " ANANIDA AL GİT " DEDİ...
*40- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN ŞEHİD ZİYARETTİNDE " ASKERLİK YAN GELİP YATMA YERİ DEĞİLDİR " DEDİ *41- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN 300 METRELİK GEMİYE GEMİCİK DEDİ.
*42- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN ..... GAZETELERİNİ OKUMAYIN TELEVİZYONLARINI AÇMAYIN DEDİ.
*43- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNEN İNSANLARI DİNSİZLİKLE SUÇLADI.
*44- İLK DEFA BİR BAŞBAKAN İÇİN CUMHURİYET MİTİNGLERİ YAPILDI.
*45- İLK DEFA BİR HALK KENDİ LÂİKLİĞİNDEN VE ÖZGÜRLÜĞÜNDEN KORKTU...
*46- İLK DEFA ATAMI ANLIYORUM.
Bu hızla Tayyip Erdoğan b u dönemde ülkemizde ki her şeyi özelleştirmiş olacak... İş bu ya özelleştirmeye ve satmaya kafayı takmış olan başbakanımız en sonunda kendisini özelleştirir mi?
*- Türk Telekom, Arap' ın.
*- Telsim İngiliz' in.
*- Kuşadası Limanı İsrailli' nin.
*- İzmir Limanı Hong Konglu' nun...
*- Araç muayene işi Alman' ın.
*- Başak Sigorta Fransız' ın.
*- Adabank Kuveytli' nin.
*- İETT Garajı Dubaili' nin.
*- Avea Lübnanlı' nın.
*- Petkim? Ermeni' nin. ( Kazak'a sattık, dediler. Kazağı bir çıkardık Ermeni...) *- Rakı, Amerikalı' nın.
*- Finansbank Yunanlı' nın...
*- Oyakbank Hollandalı' nın.
*- Denizbank Belçikalı' nın.
*- Türkiye Finans Kuveytli' nin.
*- TEB Fransız'ın.
*- Cbank İsrailli' nin.
*- MNG Bank Lübnanlı' nın.
*- Alternatif Bank Yunanlı' nın.
*- Dışbank Hollandalı' nın.
*- Şekerbank Kazak' ın.
*- Yapı Kredi' nin yarısı İtalyan' ın.
*- Turkcell' in yarısı Finli' nin Rus' un.
*- Beymen' in yarısı Amerikalı' nın.
*- Enerjisa' nın yarısı Avusturyalı' nın.
*- Garanti' nin yarısı Amerikalı' nın.
*- Eczacıbaşı İlaç, Çek' in.
*- İzocam, Fransız' ın.
*- TGRT ( Fox ) Amerikalı' nın.
*- Demirdöküm Alman' ın.
*- Döktaş Fransız' ın.
*- Süper FM Kanadalı' nın. Hepsi TÜRK' tü bir zamanlar... sadece 8.5 yıl önce. ( yani AKP hükümetinden önce)


Eee ne demişler çalışınca oluyor...

8 Aralık 2012 Cumartesi

BİR YASTIKTA



Yorganın altında bir sıcaklık
Yok yün değil bildiğin pamuk
Ama sıcaklık ondan değil
Bin nefesten gün gün değişen
Bir ses horultulu ama şen
Ve kucaklayan ve sırtı dönük
Gülümser gibi bazen
Ya da endişeli gibi biraz da yumuk
Kalbini avuçlarında tutan
Masum haylaz çocuk
Ve kedi olmak koynunda
Gün ışırken mutluluk
                        Tahir ÖZCAN  Aralık  2012

11 Kasım 2012 Pazar

CAN BABA'DAN

Rakı sofrasında susulmaz arkadaş
Hıçkıra hıçkıra ağlayacaksın
Arınacaksın gururundan, paşa gibi
Şerefe ulan diyeceksin Şerefsiz Dünyaya inat şerefimize,
Kırar gibi tokuşturup kadehleri,

Gırtlağınla seviştireceksin meyleri
Gömeceksin kendini şişelerin dibine, ölür gibi içeceksin!
Öleceksin arkadaş
Oturtacaksın karşına geçmişini
Güle güle küfür edeceksin...
Unutacaksın, unutur gibi içeceksin !

İçiyorsan Rakıyı öve öve
Söve söve kusacaksın ne varsa içinde

* Can YÜCEL



7 Kasım 2012 Çarşamba

GÜNÜN KARİKATÜRÜ

GÜNÜN SÖZÜ

BEN KÖTÜ BİRİ DEĞİLİM

SEN İYİ BİRİ OLMAMI HAK ETMİYORSUN!

gerçek sporcu

https://fbcdn-sphotos-d-a.akamaihd.net/hphotos-ak-ash4/405068_371519206266925_1606555657_n.jpg

BURUN KILI DEYİP GEÇME




Osman Efendi bir sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanır.
İlaç alır, geçmez. Bir iki gün bekler, ağrı devam eder.Doktor çağrılır. Doktor muayene eder,
ağrı kesiciler verir, gider. Lakin Osman Efendinin başağrısı artarak sürer.
Üstüne üstlük baş ağrısı yanı sıra gözleri de yaşarmaya başlar.
Başka doktorlar çağrılır…
Osman Efendi Uşak’ın ileri gelenlerindendir, ağrıyıkesene servet vaat eder.
Doktorların hiçbiri ağrıyı durduramadığı gibi sebebini de bulamaz. Ev halkı birbirine karışır,
baş ağrısından geceleri uyuyamayan Osman Efendiyi İstanbul’a götürmeye karar verirler.
İstanbul’da en iyi doktorlar seferber olur. Röntgenler, beyin tomografileri çekilir,
testler yapılır… Görünüşe bakılırsa Osman Efendi turp gibidir.
Oysa dayanması gittikçe zorlaşan baş ağrısı ve gözyaşlarıhayatı çekilmez hale getirmiştir.
Ağrı kesici iğnelerle zor ayakta duran Osman Efendi bu defa da apar topar yurtdışına götürülür.
O devirde Amerika değil İsviçre moda, Zürih’e gidilir. Haftalarca hastanede kalınır,
onlarca profesör konsültasyon yapar, testler tekrarlanır.
Sonuç olarak:
Osman Efendiye teşhis konulamaz.
Artık yerinden kalkamayan Osman Efendiye ağrı kesici iğneler verilir,
ülkesine dönüp “dinlenmesi”, daha doğrusu son günlerini evinde geçirmesi tavsiye edilir.
Osman Efendi bitkin, aile perişan. “Kader”denilir, Uşak’a dönülür.
Osman Efendi yayla evinde bir odaya yatırılır ve ağrı kesici iğnelerle ölümü beklemeye başlar.
Bir gün, hastanın keyfi gelsin diye, Osman Efendinin eski berberi “Berber Mehmet” çağrılır.
Berber yataktan kalkamayan Osman Efendiyi tıraşederken,
adamcağız derdini anlatır ve ölümü beklediğini söyler.
Berber Mehmet bir an düşünür. “Beyim?” der,
“Sakın sizin burnunuzda kıl dönmüş olmasın” Bir bakar, “Hah işte der.
“Kıl dönmüş.” Osman Efendinin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın çantasından cımbızı kaptığı gibi kılı çeker.
Ev halkı Osman Efendinin köyü ayağa kaldıran çığlığıyla odaya koşar.
Berber Mehmet, Osman Efendinin elinden zor alınır ve
cımbızın ucunda tuttuğu yirmi santimlik kılla
kapı dışarı edilir.
Osman Efendinin kanayan burnuna pansumanlar yapılır,
kolonyalar koklatılır ve yaşlı adam tekrar yatağına yatırılır. Ertesi sabah
Osman Efendi aylardır ilk defa rahat bir uykudan uyanır. Gözlerinin yaşarması geçmiştir.
Baş ağrısından ise eser kalmamıştır.
Dönen kılın sinire yürüyüp gittikçe uzayarak dayanılmaz
ıstıraplara yol açtığını doktorlar ancak o zaman keşfeder.
Çözümün bu kadar basit olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir.
Sapasağlam ayağa kalkan Osman Efendi, Berber Mehmet’i çağırtır ve ona bir servet bağışlar.

BURNUNDAN KIL ALDIRTMAYANLARIN
BAŞI ÇOK AĞRIYABİLİR .

27 Ekim 2012 Cumartesi

GÖZÜNÜ SEVDİĞİMİN SARI BALIĞI

Çıldır Gölü (SARI BALIK)

BUNU BİLİYORMUYDUN?

                                                             KÜBA'DA ATATÜRK'TEN BAŞKA HİÇBİR DEVLET ADAMININ HEYKELİ YOKTUR !

ZEKANIN ÖLÇÜTÜ

Zekanın gerçek ölçütü hayal gücüdür,bilgi değil.
Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına fırsat vermeyin.
                                               Albert EINSTEIN

26 Ekim 2012 Cuma

KADIN

Doğum yapan herşey dişidir
Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır

Kızılderili Atasözü....

Bu yüzdendir'ki
İNANÇ,BİLİM,SANAT ve

" KADIN "
EVRENSEL DEĞERDİR...

LİDERLİK DERSİ

24 Ekim 2012 Çarşamba

HER GÜNÜNÜZ BAYRAM OLSUN

BAYRAM



Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz

kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram oldugunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun diregi bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayip "çok sükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmus bir
ilişkiyi bitirmek de öyle...
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini
bölmek, korktuğunda güvendigine sarılabilmek, dara
düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede
üstüne serilen battaniye, saçlarini müşfik bir sevgiyle
okşayan anne bayramdır.
"Ona güvenmistim, yanılmamışım" sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış
ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son
taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda
karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi,
nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta

ölebilmek bayram..

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram 
olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, 
bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun..!

Can Yücel

21 Ekim 2012 Pazar

BOK DEDİĞİN

Ben Sana

Ben sana bok demem, 
Boklar duyar ar eder. 
Bir zerren düşse boka, 
Onu da mundar eder.

Tanrı senin hamurunu
Necasetle yoğurmuş,
Anan seni sıçar iken
Yanlışlıkla doğurmuş.

Neyzen Tevfik

17 Ekim 2012 Çarşamba

BU YAZI, KADIN-ERKEK BÜTÜN VESİKASIZ OROSPULARIMIZA İTHAF OLUNUR...!!!



İbretlik bir hikaye... Mutlaka okuyun ve paylaşın...

Malatyalı Orospu Kezban...

Bu hikâye Malatya’da geçer. Bu, bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve gelen iki Amerikalı coni ile genelevde çalışan Kezban’ın hikayesidir..!!!

Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban ..!!! Belki de şimdi yaşamıyorsun. Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek orospunun kim olduğunu.. !!!

Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960′lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir…

Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır…

Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı.. Gece saat 12′ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, Sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş şişman bir adam girdi. Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi… Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasındaydılar.

Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘Türk pavyon’una gitmelerini tavsiye etmişti… Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi…

Yani Malatya genelevi’ne..!!!

İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmişti. Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan Kezban, gramofona oynak bir plâk koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu… Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler…

Tercüman çaça kadın’a :

- Mösyöler bayanı istiyor..!!!

Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı… Sonra :

- Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler..!!!

Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile :

- Ne demek..?!!!

- Böyle yerlerde müşteri reddedilmez ..!!! diye diklendi…

Kezban hiddetlenerek :

- Yorgunum efendim..!!!.. Lâftan anlamaz mısınız siz..?!!!

Tercüman :

- Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba ..?!!! Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur..!!!

Kezban :

- Ben orospuyum..!!! Ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim..!!!

Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar… Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi..!!!

Tercüman yediği hakareti hazmedememişti :

- Senin gibilerinin hakkından polis gelir..!!!

- Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde..!!!

Şişman tercüman hışımla dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi… Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban’a :

- Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar… Demek ki yorgunluk bahane… Şu halde sebep ne Kezban..?!!!

- Sadece istemiyorum..!!!

- Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur..!!!

Genelevin dilberi Kezban, âdeta deliye döndü :

- Bana hiç bir şey olmaz, polis bey..!!! Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey ..! Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz…! Fakat sürüleceğim yer gene Türk ili değil mi ..?!!!

Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu… Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu :

- Ben gavur orospusu değilim, polis bey..!

- Ben Türk orospusuyum..!!!

Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi… Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hâlâ bağırıyordu :

- Ben gavurun altına yatmam, polis bey..!

- Ben Türklerin orospusuyum..!

- Gâvurun değil..!

Bu anlatılanlar, kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın ; cılız öpülesi elleriyle ; ülkemizi işgal eden gâvurlara attığı yaman tokadın hikâyesidir… İşte böyleee … Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza…

İş adamlarımıza…

Bürokratlarımıza…

Medya mensuplarına…

Ve “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık ” diyebilen o çok namuslu ( !!! ) Hanım kızlarımıza…

Velhâsıl, kadın – erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunur ..!!!

Ve o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz.. ?!!!

TURGUT ÖZAL ..!!!
--------------------------------
Doç. Dr. Mehmet KAYA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Veteriner Fakültesi Fizyoloji Ana Bilim Dalı

15 Ekim 2012 Pazartesi

ÇAKIL TAŞININ DİLEĞİ




Çakıl taşı oynadı derinde
Balıklar mı dokundu ucundan
Dalgalar mı itiverdi ardından
Yuvarlanıyor yamaçtan daha derinlere
Kendinden küçüklere çarpıyor
Sökebildiği geliyor peşinden
İri bir kaya diliyor içinden
Çarpıp duracağı kadar iri
Kırılsa da, parçalansa da durmalı
Artık bıkmıştı yuvarlanıp gitmekten
Su epeyce bulanıktı
Karanlıktı önü ardı
Ama bir kayaya rastlama ümidi vardı
                      Tahir ÖZCAN  EKİM-2012

AKVARYUMDA BALIK




Bu gün öldü balık
Akvaryumdaydı yarım metre küp
Dünyasıydı orası ama rengarenk
Onu bildi onu gördü
Ne elektrik kesintileri
Ne kirlenmiş sular gördü
Ama yaşadı
Şimdi yok
Dijital birkaç resimde kaldı
Akvaryumdaki balık
Ve ben
Suyun kendisi bu dünya
Oksijenimse sen…
                                                                                      Tahir ÖZCAN  EKİM/2012

4 Ekim 2012 Perşembe

ZÜLFÜ Livaneli'den dehşet bir yorum:

*Ey sağduyulu insanlar;

Hiç dünyada böyle bir şey gördünüz mü?
1938'de vefat etmiş bir liderin bu kadar tartışıldığını, her gün köşe yazılarına konu edildiğini, taraftarlarıyla karşıtlarının kanlı bıçaklı olduğunu hatırlıyor musunuz?
Dünyada böyle bir örnek var mı?
Amerikan basını kendi liderlerini unutmuş, durmadan Atatürk'ü yazıyor, Fransız basınında De Gaulle'den çok Atatürk adına rastlanıyor, Britanya'da adı, Churchill'den fazla geçiyor.
Bu size garip gelmiyor mu?
Bütün dünya niçin işi gücü bırakmış da 130 yıl önce Selanik'te doğmuş olan bir Osmanlı çocuğuyla ilgileniyor?
Dertleri onun tarihteki rolünü anlamak mı (bize bu kadar meraklı olduklarını hiç sanmıyorum), yoksa işin içinde başka bir iş mi var?
Birazcık aklı olan herkes, bu işin durup durup neden köpürtüldüğünü merak etmez mi?
Eder elbette.
İşte benim cevabım: Türkiye Cumhuriyeti anormal şartlar altında oluşmuş bir ülkedir. İmparatorluğun Batı tarafından planlı bir şekilde çökertilmesinden sonra Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya'daki Müslüman Osmanlı tebaası, son kale olarak Anadolu'ya göçtü. Bu kılıç artığı- insanların kültürleri, adetleri, yaşam biçimleri farklıydı. Bu büyük farklılıklar, Anadolu'da zaten karmakarışık olan etnik ve dini yapıya eklenince, acayip bir karışım doğdu.
O 'karışımın hayatta kalabilmesinin ve bir arada yaşayabilmesinin tek şartı, yeni bir ulus ve yeni bir devlet oluşturmaktı.
Bu iş başarıldı ama Batı'daki gibi, zaten var olan homojen bir ulus, bir devlet yaratmadı.
Tam tersine, yeni devlet bir ulus yarattı.
Bu karmakarışık yapıdan bir ulus yaratan iradenin başında ise Mustafa Kemal vardı.
Ernest Renan, "Hiçbir ulus devlet, geçmişi çarpıtılmadan yaratılamaz" der.
Türkiye Cumhuriyeti de bunun dışında değildi elbette. Tarihi kendine göre yeniden yazdı, içinden çıktığı Osmanlı'yı hain ilan etti, Ziya Gökalp adlı Kürt asıllı bir düşünürümüzün ortaya attığı "Türkçülük tezi"ne aşırı bir önem atfetti; yani bir sürü aşırılık yaptı..
Elbette ki aradan bunca yıl geçtikten sonra bunları konuşacak ve yanlış uygulamaları eleştirerek demokrasimizi olgunlaştıracağız.
Buna aklı başında kimse itiraz etmez.
Ama bugün esen rüzgarlar, bunu amaçlamıyor. İstedikleri tek bir şey var,
Mustafa Kemal Atatürk'ü, Hitler gibi bir cani haline getirmek.
Çünkü bunu başardıkları gün, Türkiye Cumhuriyeti gayrı meşru hale gelecek.
..
Bazılarının bilinçli, bazılarının ise bilinçsiz olarak girdikleri yol bu.

***
Bilirsiniz; camilerde kubbeleri bir tek kilit taşı tutar. Bu taşı çekerseniz, ona yaslanmakta olan diğer taşlar gümbür gümbür çöker.
Mustafa Kemal, bu cumhuriyetin kilit taşıdır. Çünkü devlet ve ulus, onun iradesiyle kurulmuştur.
Cumhuriyeti yıkmak isteyenler ise bu gerçeği, yani ülkenin Aşil topuğunu çok iyi bilmektedirler.***
Atatürk'ü yıkmak, onun dayandığı üç unsuru devirmekle mümkün olabilirdi.
Neydi bu üç unsur?
Partisi, ordusu ve halktaki sevgi.
Önce partiyi yıktılar. Cumhuriyet Halk Partisi kağıt üstünde varlığını sürdürüyor ama artık kesinlikle aynı parti değil.
CHP'nin yerinde yıllardır yeller esiyor.
İkinci sütun olan ordu ise perişan. Bunu sadece son dönemlerdeki duruma bakarak söylediğimi sanmayın sakın.
Bu ordu yıllar önce, (Atatürk'ün vasiyetine aykırı olarak) iç politikaya, darbelere, işkencelere bulaştığı, Güneydoğu'daki savaşı bilerek uzatanları içinde barındırdığı ve emperyalizmin hizmetine girdiği gün bitmişti. AKP sadece, bu bitmiş kuruma son darbeyi indirdi.
Atatürk'ün üç dayanağından parti ve ordu bitirildikten sonra, sıra üçüncü ayağa geldi. Yani onu sevenlerin kalbindeki yeri.
Şimdi oyunun bu son perdesi oynanıyor. Mustafa Kemal'i itibardan düşürme gayretleri sergileniyor.
Bir devrim döneminde ortaya çıkan bütün fenalıklar, suçlar, kabahatler ona yüklenmeye çalışılıyor.
Bu da başarıldığı gün, bilin ki Türkiye Cumhuriyeti çökmüştür.

***
Bazı mesajlarda bana diyorlar ki: "Yahu bu rejim sana kötülük etmedi mi, ordu genç yaşında seni hapislerde süründürmedi mi,
evini barkını yıkmadı mı, mahkemeler seni yargılamadı mı, albümlerini yasaklamadı mı, merkez basın seni kaç kere linçe tabi
tutmadı mı? Nasıl olur da bu düzeni savunursun?"

Sevgili arkadaşlar; doğrudur, haklısınız. Türkiye'deki zalim rejimin acılarını en çok çekenlerden birisi benim.
Yapılanları anlatsam kitaplara sığmaz. Hayatım bu zulüm rejimine karşı mücadele ederek geçti. Ama hükümetlere, cuntalara karşı mücadele etmek başka, ülkeyi yıkmaya çalışmak başka. Ben hiçbir zaman 'vatan haini' olmadım.
O cuntalardan, generallerden, başbakanlardan, polis şeflerinden çok daha fazla sevdim bu memleketi.
Karşılıksız sevdim, kötülük gördüğüm halde sevdim. Gerçek yurtseverler bizleriz.
Bu yüzden; ülkeyi yıkmak için Mustafa Kemal'i itibarsızlaştırmak oyununa karşı çıkıyorum.
Siz 12 Mart'ta, 12 Eylül'de, ordu yüzüne Kemalist maskesi takmışken benim hiç Atatürk'ten söz ettiğimi duydunuz mu?
Elbette duymadınız. Çünkü o zaman iktidar kendisine Kemalist diyen zalim bir grubun elindeydi.
Atatürk'ü övmek ödüllendiriliyordu, buna tenezzül edemezdim.
Ama şimdi oyun farklı. Dün Mustafa Kemal'i eleştirmek tehlikeliydi, bugün ise onu savunmak.
Ama benim de, tehlikeli bile olsa gerçeği söylemek gibi bir huyum var..........

SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI YAPANLARA OKUTULMALI

Birinci Dünya Savaşı'nda
İngilizlere,
150 bin askerimiz esir düştü.
Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın

İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na
... Hapsedildi.

********

Kampın tam adı,
'Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı' idi.
Bu kampta,
1918'de
Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı
Osmanlı Askerleri
Tutuluyordu.

********

12 Haziran 1920'ye kadar
Iki yıl boyunca
Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar.

********

İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi…

********

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların
Yalan yanlış çevirileri ve
kışkırtmaları nedeniyle,
kampların İngiliz komutanları,
azılı Türk Düşmanı haline
gelmişlerdi.

********

Savaş bitmişti.
Ancak,
Kamptaki ağır koşullar nedeniyle
ölenler dışındaki askerleri
Teslim etmek,
İngilizlerin işine
Gelmiyordu.
Çünkü,
olası yeni bir savaşta,
Bu askerlerin
Yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından,
İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.

********

Çözüm
Toplu katliamdı…
Askerlerimiz,
Mikrop kırma bahanesiyle,
süngü zoruyla
Dezenfekte havuzlarına sokuldu.

Suya normalin çok üzerinde
'krizol' maddesi
katılmıştı..
Mehmetçik,
Suya daha ayağını soktuğunda,
aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu.
Ancak,
İngiliz Askerleri,
dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.

Mehmetçikler,
Bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler.

Bu kez İngilizler havaya
(başlarının üzerine)
ateş etmeye başladı.
Askerlerimiz,
ölmemek için,
çömelerek başlarını suya soktular.
Ancak,
başını Sudan kaldıran artık göremiyordu.
Çünkü gözleri yanmıştı…

********

Dışarı çıkanların halini gören
sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi
Ve 15 000 (15 bin) askerimiz
kör oldu.
Bu vahşet,
25 Mayıs 1921 tarihinde
TBMM.' de görüşüldü.
Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler
Bir önerge vererek,
Mısır'da esirlerin
Krizol banyosuna sokularak,
15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini,
Bunun faili olan
İngiliz doktor,
Garnizon Komutanı ve
Askerlerin
cezalandırılması için,
TBMM' nin teşebbüse geçmesini istediler.

********

Yeni kurulan devletin bin türlü derdi vardı.
Ağır sorunlarla uğraşan TBMM' de
Bu hesap sorma işi
Unutuldu gitti.
Ama onlar
Unutmuyorlar…


Kendi ihanetlerini bile
soykırım ambalajına sarıp,
dünya kamuoyuna
Sunuyorlar.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Hayaldi Gerçek Oldu, İşte Anarşi!


1970’li yıllarda, Türkiye’nin “haksız” düzenini masum, hatta enayice bir şövalyelikle sorgulayan gençlere “anarşist” denirdi. Türkçe, henüz keşfetmemişti 1789 Fransız Devrimi’nin dünya literatürüne armağan ettiği“terör” ve “terörist” sözcüklerini.
Komünist ya da sosyalist olduklarını savunan, aslında idealist hümanizmadan ileri geçmeyen yollarda en fazla çapsız efelere dönüşen bu gençler, 1970’lerden 1980’lere “anarşist” diye kıyıldılar, biçildiler, hatta asıldılar.
Onlar nasıl komünizmi, sosyalizmi pek bilmiyorlarsa, onlara “anarşist”diyenlerin de “anarşi”nin ne olduğundan haberi yoktu.
Güya devlet düzenini savunan kuramcılar bile anarşiyi “karıştırıcılık” olarakanlıyorlardı. Ne dediklerini bilseler, devletçiliğin ta kendisi, hatta dik âlâsı komünizmi savunanları, bireyin her tür devlet vesayetinden kurtarılması gerektiğini ileri süren “anarşizm” ideolojisiyle suçlayabilirler miydi?
***
Tarih mi eğleniyor Türk toplumuyla yoksa “talih” mi, karar veremiyorum, ama 1970’lerde “anarşist” diye biçilen gençliğin tüm hayalleri 2000’lerde gerçek oldu ve savundukları gecekonducular kentleri teslim aldı, dangıl dungul marabalar makam arabalarına kuruldu, çocukları iktidar.
Ve... Tarih ya da talihin çarkı öyle bir döndü ki, kırk yılda tam 360 derecelik bir daire çizdi ve dün solcuları “anarşist” diye ezen devlet, bizzat devlet eliyle“anarşi”ye teslim edildi!
Nedir anarşi?
Devletin karşıt siyasal, ekonomik ve toplumsal güçler arasında uzlaştırma görevini yerine getiremediği bir toplumun durumudur. Bugün İslami şeriat düzeniyle laik Cumhuriyet düzeni arasında can çekişirken etnik terörle savaşan Türkiye’nin halidir. Suriye’de iç savaşı körüklerken içindeki isyanla baş edememek vaziyetidir.
Yoksulluk, gelir dağılımındaki muazzam farklılık, bireysel özgürlük yoksunluğu, insan hakları ihlalleri ve çocuk işçilerin sömürüsü başta, sigortasız işçi çalıştırmak gibi sosyal adaletsizlikleri gidermek yerine; dine dayalı yiyecek içecek (oruç, alkol vb.) kısıtlamalarını yaygınlaştırıp, dine dayalı giyecek yasaklarını kadınlara “özgürlük” diye sunan AKP iktidarında, MHP’nin desteğiyle varılan nokta, demokrasi değil, anarşinin ta kendisidir. Çünkü AKP/MHP uzlaşması, devlet düzenini reddeden, hatta mahkemelerde“Allah’tan başkasına hesap vermem!” diye bağıran şeriatçılarla, laik hukuk arasındaki uzlaşma olanaksızlığını açığa çıkarmıştır.
***
Anarşizm, bireyin her türlü devlet vesayetinden kurtarılması gerektiğini savunan ideolojidir, demiştik...
Hukuka üstünlük tanımayan, hatta yargıyı vesayet altına alan bir iktidar sürecinde, yasama organı özel yetkili mahkemeleri hem kaldırıyor, hem bırakıyor ve legalitenin illegaliteyle iç içe girdiği bir kaos yaratıyorsa, o devlet, anarşizme fiili anlamda teslim olmuş demektir.
Özel yaşam alanının daraldığı, bireysel özgürlüklerin kısıtlandığı, sosyal ve demokratik hakların budandığı, ama cemaatçiliğin her türlü devlet vesayetinden kurtarıldığı bir toplum, anarşik değilse nedir?
***
Önceleri kabullenmekte zorlanıyordum, sonunda anladım: Türkiye’nin böyle bir anarşi evresinden geçmesi, dibe vurması, irticanın, cehaletin ve tabii vahşetin değirmeninde birkaç kuşağını daha öğütmesi, artık kaçınılmaz. Hiçbir tepeden inme hareket, ne yazık ki önüne geçemiyor böyle bir hesaplaşmanın. Anarşi, kulluktan yurttaşlığa geçemeyen ve demokrasiyi cemaat cuntası, özgürlüğü de başta kadın, şeriat yasakçılığı diye belleyen zihniyetin faturası. Bu faturayı kesen de ödeyecek, kestiren de...
Türkiye İran olur, diye korkmayın. Olmaz diye korkun. İran’da hiç anarşi yaşanmadı. Başından beri açık, net, ideolojik bütünlüğü olan bir şeriat cephesi vardı, devleti yıkmadı, şahı yıktı, rejimi değiştirdi.
Anarşi, devlet yıkar
Yerine ne kurulur, ne kurulmaz; kim gelir oturur ya da göçer gider, belli olmaz.
Anadolu topraklarında her örenyeri, anarşinin bitirdiği bir devlet değil midir?
‘G’ NOKTASI
Yanda okuduğunuz yazım, ilk kez 2008 yılı Şubat ayında yayımlandı. Küçük bir tatil kaçamağı yaptım, “Röveşata”yı boşa çıkarmak istemedim, sizlerin okumadığınız eski bir yazımı koyayım dedim, arşivlerimi taradım. Bir de ne göreyim? İnanın, yazdığım binlerce yazıdan çok azı eskimiş! Türkiye’de ne hamam değişmiş, ne tas; hepsini yeniden yayımlayabilirim!
AKP, büyük olağan kongre salonunda terlerken bendeniz gazetelerin ulaşmadığı, telefon ve televizyonun erişmediği denizlerde serinliyordum. Kim bilir ne yeni yönler, yanlar, yollar muştulamıştır iktidar partisinin çoğul konuşan tekil şahsı, Sayın Başbakan.
Ama bir şey kaçırdığımı hiç sanmıyorum.
Çoğunluk olmak, haklı olmak, doğru çıkmak değildir.
Galileo, “Dünya dönüyor!” dediğinde azınlık bile değil, yalnızdı. Çoğunluktan fazlasını, herkesi buldu karşısında. Ama hiçbir çoğunluk durduramadı dünyanın dönüşünü.
Ve ben Türkiye’nin devinimine bakarak eski yazılarımın hiç eskimemesinden ürküyorum, yalnızca.

                                                                                             Mine G. KIRIKKANAT

NE ÇOK ENKAZ


sizi bir yerlerden tanır gibiyim
galiba bodrum'daydı geçen yaz
t-shirt'leriniz vardı türkuvaz
pabuçlar 'all star american'
ne tutucuydunuz ne de bağnaz
sabah kahvaltısında beethoven chopin
akşamları hacı ârif incesaz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
sanırım bodrum'daydı geçen yaz
güngörmüş saçlarınız vardı beyaz
bakışlarınız alaycı ve delişmen
mavi yolculuklarda yıldız-poyraz
balık yemekten ve çok sevişmekten
gut'a yakalanmıştınız biraz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
her halde bodrum'daydı geçen yaz
daracık sokaklarınız vardı çıkmaz
viskiyi çok sever az içerdiniz
gün boyu meyhane cafée-bar caz
"yine de en büyük rakı" derdiniz
iki cami arasında beynamaz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
elbette bodrum'daydı geçen yaz
sözcükleriniz vardı ince mecaz
aşklarınızı şiirle yıkardınız
bir yığın kadın huysuz utanmaz
her biriyle ayrı yatardınız
bin türlü işve bin türlü naz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
mutlaka bodrum'daydı geçen yaz
dostlarınız vardı köylü ve kurnaz
bireysel konularda acımasız
ülke sorunlarında vurdumduymaz
batı'lı düşünür doğu'lu yaşardınız
azıcık hicazkâr her dem şehnaz
         n e   ç o k   e n k a z

Ahmet  NECDET

ATAOL BEHRAMOĞLU USTADAN


Ne Çok Hain

“Ne Çok Enkaz”ın yazarı Ahmet Necdet’in
anısına saygıyla.
Sizinle galiba arkadaş filandık
Işıklı günlerinde gençliğimizin.
Hayalleriyle kanatlanırdık
Gelecek, güzel Türkiyenin.
Fakat nasıl da değiştiniz birden
Arınıp bütün o düşlerden
Buzlu sularında bencilliğin.
Ne çok hain.
Hayır, belki de değişmediniz,
Aslınız belki de buydu sizin.
Sadece zamana ayak uydurdunuz
Ortak ateşinde ısınıp gençliğin.
Sonra neyseniz o oldunuz
Asıl kimliğinizi buldunuz
Uşağı oldunuz zalimin.
Ne çok hain.
Şimdi giydiğiniz her şey markalı
Tadını aldınız zenginliğin.
O fotoğraflar parkalı markalı
Uzak bir anısı oldu geçmişin.
Fakat yine de yeri geldikçe
El atıp eski albüme
Kullanıyorsunuz reklam için.
Ne çok hain.
Aynı arsız kibir suratlarınızda
Erkeğinizin dişinizin.
İçim bulanıyor karşıma çıktıkça
Ekranlarında TVlerin.
Kiminiz yeni yetme faşist çığırtkan
Kiminiz kaşarlanmış sırtlan,
Sanırsın kardeşi vampirin.
Ne çok hain.
Yoksul aile çocuklarıydınız
Orta halli, belki zengin.
Soyluydu sizden anneniz babanız,
Sade yurttaşları Cumhuriyetin.
Siz hangi piç köklerden türediniz,
Kimsiniz, neden böylesiniz
Nasıl boğuldunuz içinde ihanetin.
Ne çok hain.
Zaman geçer, devran döner
Yıkılır sarayı, zindanı zalimin
Efendi uşağını terk eder
Gereği kalmayınca hizmetin
Hele azıcık da diklendiniz mi
Yersiniz kaçınılmaz tekmeyi
Hadi, sıkıysa diklenin
Ne çok hain
Kimliksizler, omurgasızlar
Hedefisiniz şimdi lanetin.
Ne hizmetinde olduğunuz iktidar
Ne sahte parıltısı şöhretin
Kurtaramayacak sizi bu lanetten,
Halkın içinde yükselen nefretten,
Artık hiç değilse susmayı deneyin.
Ne çok hain.

25 Eylül 2012 Salı

GÜNÜN KARİKATÜRÜ

O GÜN GELDİĞİNDE

Tık, tık, tık… 
- Kim o? 
- Hazırlan gidiyoruz. 
- Sen kimsin? Nereye gidiyoruz?
- Sıran geldi. Gerçek evine gidiyoruz.
- Gerçek ev mi? Sen! Yoksa!
- Evet. Hadi gidelim.
– Dur bir dakika..bir sürü yarım işim var.
- İş yarım kalmaz. Birileri tamamlar. Oyalanma artık.
- Çocuklar, onlar daha çok küçük, bari vedalaşsaydım.
- Sen olmadan da büyürler, hadi bekliyorlar.
- Bekliyorlar mı? Onlar da kim?
- Gidince görürsün.
- Anladım. Anladım ama kalbini kırıp, gönlünü alamadıklarım, iyiliğini görüp, karşılık veremediklerim var. Anlayacağın borçlu gitmek istemiyorum.
- Bunu zamanında düşünseydin!
- Zamanında mı? İyi de ben daha zamanım var sanıyordum.
- Hepiniz aynısınız.. Zaman dediğin, içinde bulunduğun an..
Bunun ötesi yok.
- Keşke, keşke….
- Devam etme. Bugünü yaşarken hep yarın var gibi davrandın. Üstündeki üniformanın sorumlulukları var..
Yerine getirmedin...
Bu sana bir uyarıydı. Şimdi gitmiyoruz… Ama her an gidebiliriz..
Bir daha geldiğimde önünde umut, arkanda pişmanlık olmasın!.. 

BOK BÖCEĞİ

Adamın biri bir gün bahçesinde otururken Hayvan dışkısından top yapan bir böceği görmüş, böcek pisliği ayakları ile yuvarlayarak giderken içinden şöyle geçirmiş:

Ey Allahım! Her şeyi çok güzel çok hoş yaratmışsın da, şu böc
eği sırf pislikle uğraşsın diye mi yarattın?

Aradan bir kaç ay geçmiş adam umarsız bir hastalığa yakalanmış.
Derdine kimseler çare bulamamış.

En sonunda bilge bir doktor ''Bak demiş bazen bahçelerde gezen bir böcek olur ayakları ile pislik yuvarlar işte o yuvarladığı pisliklerden 40 gün boyunca aralıksız yiyeceksin" demiş.

Adam 40 gün boyunca o pislikleri yemiş ve iyileşmiş. Aradan yıllar geçmiş aynı adam gemiye binmiş ve denizin ortasında çok büyük fırtınaya yakalanmışlar. Herkes bağırıp, çağırıp, ağlaşırken bu adam bacak bacak üstüne atıp sakince çayını yudumluyomuş.
Birileri dayanamamış sormuş. "Biz yana yakıla dua edip bağırıp çağırıyoruz sendeki bu rahatlık ne be adam ?!."

Adam şöyle cevap vermiş
KURBAN OLDUĞUMUN BİR KERE İŞİNE KARIŞTIM BANA KIRK GÜN BOK YEDİRDİ, İSTER YÜZDÜRÜR, İSTER BATIRIR BEN KARIŞMAM KARDEŞİM.

HUZUR İÇİNDE YAT

ERKEK

KADIN

24 Eylül 2012 Pazartesi

SORDUM


      
Yüksekovada, operasyonda  mehmetcik!
Sordum: yiğidim halin nicedir?
Dedi anam, bacım ağlamasın yoktur başka dileğim.

Atanamayan  öğretmenim  düşünceli!
Sordum : varmıdır gelecekten beklentin?
Dedi dersler boş geçmesin, memur maaşı değil derdim.

Kovulmuş işçim kapının önünde,direnişte!
Sordum : sonu varmı bunun kardeşim?
Dedi ben ölmüşüm, ölümden ötesi nedir?

Boşadığı kocasının bıçakladığı kadın, durumu ağır!
Sordum: bu hale nasıl geldin?
Dedi yoktu dönecek yerim, ancak toprak altına girerim.

Hücrede gazetecim, tutuklu vatanseverim, generalim!
Sordum: çektiğine değermiydi  komutanım?
Dedi bize hain damgası vuranlara sessizmi kalacağız?

Altmış haftalık bebeler okul çıkışında!
Sordum: evlatlar büyüyünce ne olacaksınız?
Dediler dindar, kindar nesiller olacağız.

Çankayaya çıkma derdinde başbakanım, eşbaşkanım!
Soramadım: ulaşmak zor, uzak, hep kızgın.
Diyor durmadan getirdik ileri demokrasiyi.

Anıtkabirde huzursuz yatıyor atam!
Sordum: Senin gibi bir bilge bunları nasıl göremedi?
Dedi umutsuz olma, sen nutku , onuncu yıl marşını hiç okumadınmı?

Anam geldi yanıma çöktü, elini omuzuma koyup sor dedi!
Sordum: beni doğururken düşünmedin mi hiç yarını?
Dedi düşünmeseydim hiç, doğururmuydum seni.


                                                                   Tahir ÖZCAN    24-09-2012

19 Temmuz 2012 Perşembe

GERÇEK MİRAS (gerçek bir hikaye)

"Toplantıya gideceğim. Baktım geç kalma ihtimalim var, bindim bir taksiye, muhabbetçi bir arkadaş. O anlatıyor ben dinliyorum. Tam işyerinin önüne geldik. Ankara'da Bakanlıklar. Diyelim ki, taksi parası 9.75 TL tuttu, ben 10 TL uzattım. Hani hepimizin yaşadığı sahne vardır ya! taksici üstünü arıyormuş gibi yapar, siz de para üstünü alabilmek için bir ayak dışarda, inmemek için debelenirsiniz. Tam o sahne olacak. Şoför, para üstü varmı diye aranmaya başladı.
"Üstü kalsın kardeşim" dedim.
Döndü bana doğru
"Vaktin varmı ağabey?" dedi.
"Evet" dedim (tek ayağım hala dışarda)
Dörtlülere bastı,trafik dört şerit akıyor, indi araçtan. Önde bir büfe var. Gitti oraya, bir şeyler konuşup geldi. Bana 25 Krş uzattı. Belli ki para bozdurmuş.
"Birader" dedim, "9.75 değil, 10.50 yazssa istermiydin 50 krş.benden?"
-Ne alacağım ağabey 50 krş.u
-Peki niye gittin 25 krş.için o kadar uğraştın, üstü kalsın demiştim.
Döndü bana, attı kolunu arkaya :
-Vaktin varmı ağabey
-Var
-Çek kapıyı o zaman
Muhabbetçi bir taksici ile karşı karşıyayız.
5 dk.konuştuk. İngiltere'de profösüründen, bilmem kiminden eğitimler aldım. O taksicinin 5 dk.da öğrettiklerini, ingiliz hocalar haftalarca verdikleri derslerde öğretemediler.
Ağabey biz Keçiören'de 5 kardeşiz. Babam rençberdi benim, günlük yevmiyeye giderdi; artık inşaat falan bulursa çalışır gelir, o gün iş bulamamışsa, biz eve gelişinden, yüzünden anlardık. Durumumuz hiç iyi olmadı. Akşam yer sofrasında yemek yerdik. Yemek bitince babam bize "Durun kalkmayın" derdi. Önce dua ederdik sonra babam bize sofrada konuşma yapardı.
"Aha" dedim, "Bizim meslek", seminerci.
- Ne anlatırdı baban
- Hayattta nasıl başarılı olunur?
O gün inşaata çağırmazlarsa eve para getiremiyor, sonra çocuklara hayatta başarı teknikleri anlatıyor.
-Babam işe gidince büyük ağabeyimiz onu taklit ederdi, delik bir çorapla pantalonun ceplerini çıkarır, dört kardeşi karşısına alıp "Dürüst olun, evinize haram lokma sokmayın" diye anlatırken, biz de gülerdik. Annem kızardı, "Babanızla alay etmeyin. O, hem dürüst hem de çalışkandır" derdi. Yan evde iki kardeş var, onların babası zengin. Babaları birahane işletiyor, ama adamda her numara vardı, kumar falan oynatırdı. Bizim yeni hiç bir şeyimiz olmadı, hep o ikisinin eskilerini kullandık. O amca mahalleden geçerken biz 5 kardeş ayağa kalkardık çünkü bize bahşiş verirdi.Babam eve gelince ayağa kalkmazdık. Çünkü hediye, para falan hak getire. Ağabey biz babamı kaybettik. Altı ay içinde yandaki baba da öldü, yandaki baba iki çocuğa 5 katlı bir apartıman, işleyen birahane, dövizler ve araziler bıraktı. Bizim baba ne bıraktı biliyor musunuz?
-Ne bıraktı?
-Bakkal veresiyesi ve konuşmalarını bıraktı : "Evladım işinizi dürüst yapın, hakkınız olmayan parayı almayın..."falan filan. Ağabey aradan 15 yıl geçti, diğer 2 kardeş cezaevindeler, ne ev kaldı ne birahane. Ailesi dağıldı.
Biz 5 kardeş, beşimizin Keçiören de taksi durağında birer taksisi var hepimizin birer ailesi, çoluk çocuğu, hepimizin birer dairesi var. Geçenlerde büyük ağabeyimiz bizi topladı ve dedi ki :
"Asıl mirası bizim baba bırakmış."
Hepimiz ağladık. 5 kardeş taksiciliğe başladığımızdan beri,taksimetrenin yazmadığı 10 krş.u evimize sokmadık. Her şeyimiz var Allah'a şükür.
Çok duygulandım, veda ettim, tam ineceğim:
-Dur ağabey,asıl bomba şimdi.
-Nedir bomban?
-Nerede oturuyoruz biliyormusun? O iki kardeşin oturduğu 5 katlı apartmanı biz aldık. 5 kardeş orada oturuyoruz.
Evladınıza ne araba bırakırsınız, ne ev, ne de başka bir miras. Evlada sadece değer kavramları bırakırsınız. Bakın iki baba da evlatlarına değer kavramları bırakmışlar.
Ahmet Şerif İzgören

1 Temmuz 2012 Pazar

REGGY BOB



AZAT ET KENDİNİ
ZİHİNSEL KÖLELİKTEN
YOKSA KENDİMİZİ DEĞİL
AKLIMIZI ÖZGÜR KILAMAYIZ

26 Haziran 2012 Salı

Ne Gibi

Bazıları berrak bir su gibidir
Bazıları da benim gibi
Bulanık bir göl
Merak ettiğin dibini

             (şarkı sözü)

7 Haziran 2012 Perşembe

BAŞİSKELE DÖNGEL ASTAKOS ARKEOLOJİK ALANI



İzmit Antik Yerleşimleri (Astakos & Olbia & Eribolon & Nikomedia) Marmara denizi, doğuda iki körfezle sonlanır, derin olanı bazı coğrafyacıların Astakos ve Olbia kentlerinin adlarından kaynaklanarak, bir zamanlar Sinus Astacenus (Astakos Körfezi) ya da Sinus Olbianus (Olbia Körfezi) adını vermiş oldukları Nikomedia Körfezi ki Osmanlı döneminde İznikimid Boğazı olarak adlandırılan şimdiki İzmit Körfezi, diğeri ise daha sığ olan ve bir zamanlar Sinus Cianus ya da Gillius’a göre Cius/Kios/Gemlik kentinden kaynaklanan Sinus Cioticus olarak adlandırılmış Ghio (Gemlik Körfezi)’dir ki bu körfezin sonunda, adını Mondania ya da Montagnac’dan (antik Apamea) alan ve Osmanlı döneminde Mudanya Boğazı adı verilen daha küçük ölçülerdeki Mudanya Körfezi bulunmaktadır. Bizim konumuz ise İzmit Körfezi ve kıyısında yer alan, ancak konumları çeşitli tartışmalara ve birbirleriyle karıştırılmalarına yol açan Astakos, Olbia, Eribolon ve Nikomedia kentleri olacaktır. Astakos/Astacus Yer adlarından var olduklarını bildiğimiz Anadolu’nun en eski yerleşikleri, ki bunlar o zamanlarda Anadolu, Trakya ve bütün Yunanistan’da yerleşik idiler, kesinlikle İzmit bölgesinde de yaşıyorlardı. Bu halkın bir zamanlar var olduğu --örneğin Halkarnassos, Korinthos, Alabanda --- gibi “ss” ve “nth” ya da “nd” harf gruplarını içeren yer adları ile delillendirilmiştir. Konu kavmin İzmit ve Gemlik Körfezleri arasındaki benzer kıyıda da yerleşik oldukları, o kıta bahsi geçen –nth- gruplu Arganthonios adı ve yine o yörede görülen –ss- grubuna dahil Liby-ss-a ve Atu-ss-a gibi kentlerin adlarından anlaşılmaktadır. Bu yörenin Hititler ya da Prohititlerle ilgisi hakkında şu an açık bir bilgimiz yoktur. Ancak en azından Hititlerin etki alanı içinde olduğu kesin gibidir. Bu ilkçağ kenti’nin adı olan Astakos, Helen dilinde “istakoz” anlamına gelmesine karşın, Bilge Umar’a göre kentin adı Luwice Asta-ka yani “Dere yeri”nden geliyor olabilir. Astakos, çevrenin tarihi devirde kurulmuş en eski yerleşimidir. Aşağıdaki efsaneye göre de Megaralı göçmenlerin reislerinin ismi Astakos olup, kent adını ondan almıştır. Gerçek ise farklıdır, kelime Yunanca kökenli olmayıp daha eski bir dilden gelmektedir, ki Astlar (İskit) ırkının isminden kaynaklanmakta olup Ast’ların köyü yahut kenti” anlamındadır. Bu da Megaralıların bölgeye gelen ilk göçmenler olmadığını, daha önce yerleşik olan yeri ellerine geçirip yeni yapılarla bir Yunan kentine dönüştürdüklerini göstermektedir. Söylenceye göre, Megaralıların Astakos isimli kahraman reisleri, Astakos kenti’nin tanrıçası olan Olbia ile denizlerin tanrısı Poseidon’un oğlu idi ve bir kent kurarak kendi adını verdi, kıyısında bulunduğu körfez de aynı adla anıldı. Bu rivayet, Yunan kolonicilerinin diğer yerlerde de şehir kurduklarında tekrar ettikleri geleneksel bir masaldan ibarettir. Astakos sikkelerinin arka yüzlerinde görülen kadın başı, bu yörenin tanrıçası Olbia’nın başı olmalıdır. Büyük olasılıkla bu tanrıça, daha eski kent koruyucusu Anadolu tanrıçalarından (Magna Mater) biri idi, ki sonraları bu tanrıça Kybele adı ile görülmüştür. Daima bir genç arkadaşı vardı ki genellikle bizzat kendi oğlu idi. Bu da sonraları Yunanlılar ve Romalılar dönemlerinde başka tanrıların, özellikle de Dionyssos ve Men adındaki tanrıların aynı varsayılırdı. Bu tanrı çifti yani ana ve oğul, görünüşe göre Olbia ve Astakos’un bir izdüşümüdürler (Bu da kentin çift adlı olabileceğini akla getirmektedir). Kente daha sonra gelen başka inançtaki göçmenlerce yani büyük olasılıkla da Megaralı kolonicilerce kendi tanrıları olan Poseidon, bir koca ve baba olarak o eski çift-tanrı ile eşleştirildiğinden daha önce tek başlarına birinci derecede bulunmuş tanrıça Olbia önemsiz yerel peri ve Astakos ise insandan ibaret olan bir kahraman düzeyine indirgenmişlerdir. Yakındaki Nikaia (İznik) kentinde de buna benzer bir olay gerçekleşmiştir. Kent tanrıçası Nikaia bir Amazon derekesine indirildiğinden ibadetlerde baş rolde Dionyssos olmuştur. Olbia’nın çok eski bir kent tanrıçası olduğu, Olbia kenti adının İzmit yöresine bağlı olmasından da çıkarılabilir. Kuzeybatı Bithynia’nın (Kocaeli Yarımadası) İÖ 12. yüzyıldan itibaren batı ve doğu arasında köprü görevini üstlendiği arkeolojik verilerle kanıtlanmış olduğundan hareketle, batıdan doğuya yani Trakya’dan hareketle önce Kocaeli Yarımadasına, oradan da sonradan gelenlerin baskısıyla Anadolu’nun içine doğru çeşitli halklardan sürekli bir göç hareketi olmuştur. Trakya’dan Anadolu’ya geçen ve göçlerinden önce Brygler, sonrası da Frigler olarak anılan halkın göçleri esnasında takip ettikleri yol, Bryglerin daha önce Trakya’da yaşadıkları yerlerin adları ile örneğin İzmit civarında Ankyrona, İznik civarında Ankore ve Asakanias, Güney Bithynia’da da Gordiukome, Frigya’da Gordion ve Ankyra, son olarak Galatia’da Ankyra isimleri ile belirlenmiştir. Mysialılar da Bithynia üzerinden göç etmişlerdir. Trakyalı-Bithynialı ırkların göçleri yavaş yavaş ve savaşsız olmuştur, ki bunlar yöreyi uzun süre ellerinde tutmuşlardır. Tahminen İÖ 700 yıllarında Trerler adındaki ulus Bithynia’yı yakıp yıkıp, katliamlarla korku salmışlardır. Greklerin ilk sömürge kolları Asya sahillerine geldiği zaman, ticaret ve tarımda en uygun yerleri seçtiler. Tarihi kayıtlara göre İÖ 712 yılında Yunanistandaki iç karışıklıklar ve Dor istilaları nedeniyle Megara şehrinden hareket ederek Anadolu’ya doğru ilerleyen ve kendilerine yeni bir şehir kurmak için uygun bir yer arayan göçmen topluluğu, Marmara Denizi’ne girerek İstanbul Boğazı’na kadar geldi. Megaralılar, Marmara denizine çıkarak, Trakya’nın İstanbul boğazı girişindeki geniş körfezi içinde yerleştiler ve şeflerini Byzas’ın onuruna kente Byzantion adını verdiler. Megaralılar, Asya’ya 17. olimpiyatın başlarında -Roma yılı 42’de- yani İÖ 712’de ulaştılar. Buna dair Memnon’un şu kaydını aktarıyoruz: “17. olimpiyatın başlarında Astakos’a, Megaralılar yerleşmişti; Thebes’de oturan Spartalılardan Astakos adında bir bilgenin sözüne uyarak şehre Astakos adını verdiler” böylece tüm körfez de Astekenos (Astakos Körfezi) adını aldı. Buna göre Byzantion ve Astakos peşi sıra kurulmuş olmalıdırlar. Strabon ve Yaşlı Plinius’un kent hakkında, “Kendi adıyla anılan Astakenos Körfezi’nde bulunuyor”, Polianos’un “Kent, Bithynia’da, körfezde sağlıksız ve bataklık bir noktada bulunuyor” notlarına göre bugünkü İzmit’in karşısında Başiskele yöresinde kurdukları kentin ismi Astakos idi. Öte yandan, B. Umar, Astakos Akropolisi’nin Bahçecik, Damlar Mahallesi bitişiğindeki halkın Panayır dediği basık tepe’de olduğu kanısındadır. Bazı kaynaklar ise İÖ 680’de Khalkedon/ Kadıköy’ün kurulduğunu, bu tarihten sonra Kalkhedonluların Astakos’u kurduğunu yazar. Başiskele mevkiine çıkmışlar ve buraya yerleşerek Astakos kentini kurmuşlardır. Buna göre, İÖ 7 nci yüzyılın ilk çeyreğinde Trerler’in Bithynia’dan geçtikleri sırada Astakos’u da yağma etmeleri sonrasında kentin yine Megaralıların diğer bir kolonisi olan Kalkedon/Kadıköy tarafından tekrar iskan edildiği anlaşılıyor. Astakos bir Megara kolonisi olmasına karşın daha sonra Atinalı yeni koloniciler de gelmiş ve kente yerleşmişlerdir. Strabon’a göre de Astakos, Megaralılar ve Atinalılar tarafından kurulmuştur. Bosch ve Umar da bu görüşe katılarak, Bithynlerin saldırıları yüzünden azalan kent nüfusunu güçlendirmek için, Bithynlerin başında Dedalses’in bulunduğu dönemde, İÖ 435’de Atina tarafından yeni göçmenler gönderildiğini söylerler ve bu zaman diliminde kent, gelişerek onur ve güce kavuşur. Aslında, Strabon bu kıyılara sızan ve yayılan Atinalılar yeni bir koloni göndermesi nedeniyle, Megaralılar ve Atinalıların Astakos’un kurucuları olduklarını söylemiştir ki bu söz birbirlerinin ardı sıra olarak algılanmalıdır. Aynı şekilde Roma takvimine göre 3 yılında (İÖ 751) tahta geçen Bithynia’nın ilk kralı Dedalses’i de Astakos’un kurucusu olarak görmekte ve şöyle söylemektedir: “Dedalses, iki Yunan şehrini kendi memleketlerine kattı; Astekenos Körfezi’nde Megaralılar ve Atinalılar ve daha sonra Dedalses (Doidalsos) tarafından kurulmuş olan Astakos şehri vardır”. Ancak antik dönemde bir kenti ele geçirip, sonrasında ihya eden kişilere kurucu denilmesi çok olağandı. Yine de bu satırlardan Krallık öncesi Bithyn prenslerinden Dedalses’in bir süre için kenti ele geçirerek, koloniyi yenilediği ya da onardığını çıkarmak olasıdır. Yeni doğan bu Grek sömürgelerinin böylesi başarılı olmaları, yerli liderleri gölgede bırakmaya başladığında saldırıları sonucu kentlerin onların yönetimleri altına girmek zorunda kalmaları doğal bir sürecin sonucu idi. Ancak, İÖ 480 ile 479 arasında Perslerin Yunanistan üzerine büyük saldırıları Salamis ve Plataia çatışmalarında püskürtüldükten sonra Atina, Perslerin başka saldırılarından uzak kalmak amacıyla Delos Deniz İttifakını kurmuş ve bunun yardımı ile Ege Denizi ve Boğazlarda kontrolü bütünüyle ele geçirmişti. Astakos da Perikles’in Karadeniz’e yaptığı bir sefer esnasında İÖ 455 senesinde Attik birliğine girmişti. Bu arada, İÖ 6 yy’da olasılıkla Yunanlılar kente Apollo’ya adanmış bir tapınak inşa ettiler. Astakos, olasılıkla Yunanlılar ve de özellikle birbiri arkasına Milet, Megara ve Atina tarafından yönetilen Karadeniz ticaretine katılarak ve kısa zamanda bağımsızlaşarak İÖ 500 ile 435 yılları arasında kendi adına sikke bastığı ve bir sikkede kent arması olarak bir istakoz resmi görülür. Bu da bağımsız bir Grek sitesi olduğunu göstermektedir. Şehir ancak 435 yılında Atina’nın hakimiyetine geçtikten sonra sikke basmaya son vermiştir. Bu döneme ait sikkeler tüm dünyada sadece altı adet olup gümüştürler. Bir tanesi İstanbul Arkeoloji Müzesi’ndedir. Bu sikkeler görünüşlerine göre İÖ 5. yüzyılın ilk yarısına ait olup, bize o sırada oradaki ileri düzeydeki ekonomik durumun, kentin ticari işlemleri idare edebilmesi için kendine ait sikkeler basmaya mecbur etmiş olduğunu öğretir. Bu sikkelerin basıldığı dönemde aşağıda görüleceği üzere Astakos’un adı birdenbire Attika hükümetinin vergi listelerinde görülmeye başlanmıştır. İÖ 454 senesinden itibaren Atina’da her sene toplanan katılım payları listeleri taşlar üzerine işlenmiş olduğundan bugüne ulaşmışlardır. Bu listelerde Astakos’un katılımından beri senede 9000 drahmi ödemekle yükümlü olduğu belirtilmektedir. Yukarıda bahsedilen, Memnon’un belirttiğine göre bu zaman süresinde Astakos, etrafındaki ırklarla sürekli savaşmaya zorunlu kaldığından refah ve rahatının bozulduğu şüphesizdir. Çünkü 450 senesinden itibaren kentin Atina’ya ödediği pay birden 1000 drahmiye indirilmiş ve 441 senesinden sonra da Astakos katılım payı ödemekle yükümlü kentlerin listesinden tamamı ile kaybolmuştur. Bu olay da buradaki ekonomik durumun dayanılmaz derecede kötüleştiğini göstermektedir. Bu ise Atinalıları işlere doğrudan müdahale etmeye yöneltmiştir. Görüldüğü üzere Atina’nın başlangıçtaki özerk bağlaşıkları yavaş yavaş tebalığa zorlandıkları gibi her üyenin gönüllü ödemekte olduğu birliğe katılım payları da bir vergiye dönüşmüştür. Uzun süre Atina hükümetini zekice ve beceriklice yöneten Perikles, bu yıllarda Karadeniz ticareti ile Boğazları tümüyle Atina’nın eline geçirmek için Karadenize bir askeri sefer düzenledi. Bu vesile ile İÖ 435 senesinde Atina’dan göçmenler getirilerek Astakos’a yerleştirildi. Bunun üzerine Astakoslularla Bithynler arasındaki bitmez çatışmalar son bularak Astakos süratle gelişen bir refaha ulaşmıştır. Böylece Astakos, İÖ 425 yılından itibaren yeniden Attik Birliği vergi listelerinde görülmeye başlar. Bundan sonraki yüzyılda Astakos’un kaderinin ne şekil aldığını bilmiyoruz. Ancak Büyük İskender’in İÖ 323’de ölümünden sonra halefleri arasında iktidarı ele geçirme savaşları Boğazlara kadar ulaştığı zamanlarda Astakos isminden tekrar bahsedildiği görülür. O dönemde Bithynia’nın kralı olan Zipoetes (İÖ 326-278), atası Dedalses gibi Astakos’u ellerinde tutmaya çaba gösterdi. Buna rağmen B. İskender’in Trakya’daki halefi olan Lysimakhos, Astakos’u ele geçirerek, yıktı. Lysimakhos’un Astakos’u ele geçirişini ise İÖ 285-281 tarihleri arasına yerleştirilmek gerekir. Çünkü 281 yılı, Lysimakos’un ölüm tarihidir. Kent, Zipoetes tarafından yeniden kurulur. Astakos’un gördüğü bu üçüncü onarım, Pausanias’a kentin kurucusunun Zipoetes olduğunu söyletmiştir. Gerçi Pausanias, “Astakos’un kurucusu , Trak soyundan olduğu adından da belli olan Zipoites idi” derken az önce belirttiğimiz üzere sönük bir kenti yeniden canlandıran kişilerin kent kurucusu olarak adlandırılması, ilk çağ yazarlarında görülen bir durumdur. Zipotes’in halefi I. Nikomedes kurduğu yeni başkentte, Astakos şehrinin geriye kalan sakinlerini yerleştirdi. Böylece Bithynler tarafından ele geçirilen Astakos kentinin varlık süresi ancak dört yüzyıl sürmüş ve sonra halkı, yeni kurulan Nikomedia’ya (İzmit) kurucusu I. Nikomedes tarafından taşınmış oluyordu. Bu durum Nikomedia’nın (İzmit) kazandığı şöhreti yine kendisine bırakmakla beraber, Astakos’un harabeler üzerinde kısmen yeniden kurulmasına engel olmadı. Pausanias, Olympos’un surları içinde saklanmış olan sanat eserleri hakkında I.Nikomedes’in fildişinden yapılma bir heykelinden söz ettiği sırada “Adını bu devletin en büyük şehrine verdi; çünkü Nikomedia şehrine eskiden Astakos derlerdi” kaydını ekliyor. Strabon’un görüşü bu merkezde olsa dahi, bu dönemden çok zaman sonra Astakos adı, Astakenos körfezi kıyısında Nikomedia ile rekabet eden bir şehir olarak birçok yazar tarafından belirtilmiştir. Bu anlaşmazlığı, Lysimakos’un vefatından sonra Astakos, şehrin harabeleri üzerinde yeniden kurulmuştur, diye açıklamak olasıdır. İmp. VII. Kostantin Porphyrogenetes zamanında da Astakos şehri, hala var olanlar arasında belirtilmiştir: 1-Başkent Nikomedia...... 4-Astakos. Pomponius ise Mela ve Gemlik/Cius/Kios körfezini kaydettikten sonra şu şekilde devam eder: “Olbianus diye adlandırılan diğer limanın ucunda bir Neptün tapınağı ve içinde Megaralılar tarafından kurulmuş Astakos vardır. Texier’e göre bu uç, bugün Buz Burun adı verilen Posidium burnudur ve “buz” kelimesiyle adlandırılmasına sebep, çevresine oranla daha soğuk olduğundan değil, İstanbul’un kar ihtiyacını sağlamak üzere Olimpos’dan (Uludağ) toplanan karların burada gemilere yüklenmesindendir. Buna göre bilinmeyen eski Astakos şehrinin yerini bu burun civarında aramak gerekir. Bu kıyıda ise eski bir şehrin yeri olmaya en uygun nokta ise ancak Kara Mürsel’dir. Posidium burnu Astakenos körfezinin güney ucunu oluşturur. İstanbul boğazı buradan başlar ki bahse konu nokta bugün “Fenerbahçe”dir. Ancak, Astakos kentinin Astakos Körfezi’nin başladığı noktada olması gerekir diyen bu görüş kabul görmemiştir. Olbia Bithynia’da Megaralılar tarafından Olbia adında diğer bir şehir daha kurulmuştur. İzmit yakınlarında, deniz kıyısında, belki Başiskelenin bulunduğu yerde ya da yakınında idi, ki Codex haritası da burada konumlamaktadır. Şehre bu ad, Astakos’un annesinden gelmiş ve İzmit Körfezi ise Grekler tarafından Olbia ya da Astakos diye adlandırılmıştır. Ramsay’a göre ise yeri, şimdiki İzmit’tir. Bu kıyının dikkatle incelenmesi de şehrin kırsal kesimini tanımayı sağlamaz; çünkü bu kıyı, Bizans İmparatorluğu devam ettiği sürece, kalabalık halk ve önemli sayıda şehir, kale ve şatolarla kaplanmıştır. Sözcük, Helen dilinde “mutluluk” dolayısıyla mutluluğu simgeleyen tanrıça’nın adı anlamında olmasına karşın, büyük olasılıkla aslı Olba, dolayısıyla Ramsay’ın dediği gibi Ourba ya da Orba olabilir. Umar’a göre Luwi dilindeki Allu-wa (Güneş, Işık Tanrısı) sözcüğü ile bağlantılıdır. Mutluluk Tanrıçası, İzmit çevresinde baş tanrıça konumunda idi, ki daha sonraları bu konumu, aynı içerikle Tanrıça Thykhe almıştır. Astakos şehrinden hiç söz etmeyen antik çağın meşhur İÖ 6. yy. çoğrafyacısı Karia’lı Skylax, yalnız Olbia kenti ve Olbianus körfezini belirtir. Bu kitapta bizi ilgilendiren bölüm şu şekildedir: “Maryandinlerin arkasında Trakya Bithynleri, Sangarios Nehri, Artanes adlı başka bir nehir, Thynias adası (burada Herakleialılar otururlar) ve Rebas Nehri bulunur; hemen bundan sonra Boğaz, Pontos’un çıkışında daha önce bahsedilen tapınak, bundan sonra Trakya Bosphoros’unun dışında Kalkhedon kenti, bundan sonra Olbia Körfezi. Maryandinlerden Olbia Körfezinin en iç köşesine kadar -işte burası Trak Bithyniası’dır- yapılan bir kıyı seyri üç gün sürer.” Burada doğudan batıya doru bir kıyı seyri tarif edilir. Thynias (Kefken) adası olup, tapınak ise Anadolu yakasındaki ünlü Zeus Urios tapınağıdır. Olbia Körfezi, İzmit Körfezi’dir. Körfeze bu adın verilmesi bize “Gemi Yolculuğu” el kitabının yazarı kaptan ve coğrafyacı Skylaks’ın “ yukarıdaki tarfifi oldukça daha eski bir kaynaktan aldığını göstermektedir. Çünkü İÖ 5. yy’dan itibaren İzmit Körfezi genellikle körfezin en iç noktasında ve Nikomedia yakınındaki Astakos kentine atfen “Astakos Körfezi” adını taşımaktadır. Olbia kenti adına tarihi zamanlarda artık rastlanmamaktadır. Demek ki, gittikçe gelişen Astakos kenti tarafından gölgede bırakılmış ve sonunda ortadan kalkmıştır. Olbia Körfezi adı çok eskidir ve en azından İÖ 6. yy. veya 5. yy’ın ilk yarısını ifade etmektedir. 1745 yılında İzmit’i gezen Peyssonel’de bu sorunsal üzerine görüşlerini, Ptolemeus’un (İS 140) haritasında hatalı olarak Libyssa’yı güney kıyıda göstermiş olmasına bağlayarak şu şekilde aktarmış: “Hangi önyargı Ptolemeus’un Nikomedia’yı, haritalarında İzmit Körfezi’nin güney kıyısına konumlandırmasına yol açtığı bilinmese de, bunun bir yansıması olarak da Libyssa’nın (Gebze) Nikea (İznik)’e yakın yerleştirilmesine neden olmuş ve doğal sonuç olarak bazılarınca Astakos ve Olbia’nın kuzey kıyıda olduğunu varsayılmıştır. Aslında tam tersi, çünkü kuruluş efsanesinde Nikomedia’nın konumu, kartal ve yılanın kaçınılmaz olarak kurulması gerekli yeni kentin konumunu belirlemek üzere, Astakos’un bulunduğu güney kıyıyı terk ettikleri, ve körfezi aşarak vardıkları karşı yamaç ile kesinlikle belirlenmektedir. Böylece Libanius’un aktardığı bu halk efsanesi Strabon’un metni ile uyum sağlamakta ve bir yanlış anlamanın yer açtığı eski coğrafya bilimindeki kargaşa ortadan kalkarak her şey yerine oturmaktadır. Yani Nikomedia ile Libyssa kuzey sahilde ve Astakos ile Olbia, ya da en azından Astakos karşı güney kıyıda olmaları gereken yerdedirler.” Bir başka olasılık da “Astakos “ ile “Olbia” isimlerinin, aynı yerin çeşitli zamanlarda kullanılmış iki ismi olmasıdır. Ammianus Marcellinus, (İS 335 – yaklaşık 400) Astakos ile Nicomedia ikilisinden tek bir kent isteyen tarihçilerdendir. Romalı tarihçilerin karşı iddialarına rağmen, sonuç olarak Astankenos körfezinde üç şehir bulunduğunu ve bunların her biri bazı zamanlarda ünlü olduktan sonra, her birinin halkının, adını bütün körfeze veren ve onun sonunda yer alan Nicomedia’ya (İzmit) gelip karışmış olduklarını da söylenebilir. Pausanias ise “Nikomedia için, Nikomedes’ten sonra böyle anıldı, eski adı Astakos idi” der. Bu iki kent ve özellikle de Astakos’la ilgili bize kalmış olan bazı belgelerden, Megaralılar tarafından kurulmuş bu yerlerdeki yerleşiklerin, daha sonra Nikomedia/İzmit’te yerleşmeye giderken Bithynlere içine karışan Atinalıların, şehrin nüfüsunu çok artırdığı sonucuna varılır. Peysonnel’e göre de; “Olasılıkla Astakos ve Olbia adları da aynı kenti ifade ediyor, bu nedenle de Astakosluları bugün Nikomedia’nın bulunduğu karşı yamaca taşıyan Nikomedes, Anadolu’ya geçerek yerleşmek isteyen Galatlara karşı Byzantionluları korumaya çabaladıktan sonra onlarla barış yapmak ve Asya’ya geçmelerine yardımcı olmak zorunda kaldı. Hatta bu kralın yaşamını inceleyen M. Vaillant’ın görüldüğü gibi yaptığı savaşlarda destek almak şeklinde yararlandığı bu yeni gelenlerle bağlaşıklık anlaşması bile imzaladı. Ayrıca Galatların, İskitler olmadığını ama Borysthene’ye komşu bu halkla ilişkide olabileceklerini vurgulamam gerek ki Bog Irmağının kavşağı üzerindeki kenti de Olbiapolis olarak adlandırmış olmalarından hareketle, bu varsayım Nikomedes’in sakinlerini karşı kıyıdaki yeni kente naklettiği Astakos’a yeni bağlaşıklarını yerleştirdiğini, onların da geldikleri yerdeki rakiplerinin en tanınmış kenti ve bir ırmak olan Olbia’nın adını vermeleri sonucunda Astakos’un biri eski diğeri ise Galatların verdiği iki adla anılmaya devam ettiğini kapsıyor. Aynı şekilde İzmit Körfezi de ülkenin yerlileri tarafından Astakenos olarak anılmaya devam ederken Nikomedes’in yerleşimlerine izin verdiği Galatlar tarafından Olbianos olarak adlandırıldı. Görüldüğü gibi tüm bunlar olasılık dışı değil; en azından Mela’nın dediği gibi Astakenos ve Olbianos aynı körfezi tanımlıyorlar; Bizanslı Stephanus, Nikomedia’nın Olbia adını taşıdığını söylüyor, bundan anlaşılacak şey yeni kentin değil, bir zamanlar Astakos adı ile anılan eski kentin kastedildiği olmalıdır. Plinius, Olbia adını da taşıyan bir Nikea’dan bahseder, bu civarda yalnızca bir tek Nikea (İznik) olduğu kesin ayrıca yeni kent Nikomedia da Nikomedes’ten sonra artık adını değiştirmedi, öyleyse sadece eski kent yani Astakos, Olbia adını taşımış olabilir ve ben de olabildiğince hangi şartlarda olası isim değişikliğinin gerçekleştiğini gösterdim. İzmit’in tam karşısında Olvacık (Ovacık, bugün Yuvacık) adlı bir kasaba bulunduğunu da ekleyeceğim, eğer bu ülkede yer adlarinin sonuna eklenen “cık” hecesi atılırsa Olva kalır ki bu da Rumlarca Olvia olarak telaffuz edilen Olbia’ya benzer. Bu tartışmayı nasıl bitireceğime gelince, birkaç ay önce edindiğim ve sanırım ilk kez Olbia ya da Olbiopolis kentini işaret eden bir sikkeyi betimleyerek. Bir tarafında bir aslan kafası diğerinde ise bir sadak ve bir savaş baltası ile (OLBIO…LIS) harfleri görülüyor. Bu madalyondaki Olbia’nın Borysthene’deki ya da burada konu edindiğimiz mi olduğu konusunu belirlemek bilim adamlarının görevi. Ben daha çok Borysthene’de Olbiopolis olduğunu sanıyorum ki Türkler (Osmanlılar) birkaç yıl önce Oszakov kentinin surlarını güçlendirmek için bu kentin harabelerinden aldıkları kimi taşları kullanırken su yüzüne çıkardıkları birkaç yazıttan anlaşılacağı üzere önemli bir kentti.” Ne yazık ki bu savların içine kimi arkeologların Ukrayna’daki bir diğer Olbia kenti ile karşılaştırmalarını alamamış olmamız büyük bir eksiklik. Yine de Ukrayna’daki bu antik kent hakkında şunları söyleyebiliriz: Olbia’nın tarihi İÖ altıncı yüzyılın başı, belki yedinci yüzyılda başladı. Ege’deki Miletoslu maceracıların kurduğu bir koloniydi. Önce balıkçılık, ticaret noktası ve liman iken, sonra tahıl ticareti gelişince üçyüzyirmi kilometre ötedeki İskit yetiştiricileri tarım bölgesinin başkenti, surlarıve kuleleri olan bir kent olarak gelişti. İÖ dördüncü yüzyılda kentte 30-40 bin kişi yaşıyordu. Gerileme üçüncü yüzyılda başladı, Sarmatların baskısı ile İskit otoritesi sarsılmaya başladı. Kent akınlara uğradı ve tahıl arzı düzensizleşti. İÖ ikici yüzyılda İskit gruplarından biri Olbia’yı ele geçirdi. İÖ 63 yılında Tuna delta’sından gelen Daçya ve Getai ordusu Olbia’yı fethederek kenti yıktı. Nüfus 2-3 bine düştü. Yüzyıl sonra Roma tarafından işgal edildi. Günümüzde görüleblir anıtlar fazla degil. Mezar soyguncularının gadrına uğramış. Görünür iki höyükten biri Zeus Kurganı diğeri ise bilinmeyen iki Olbialı büyük Eurisia ve Arete’ye adanmış bir anıt mezar. Dion Khrysostomos’a (İS 40-120) göre Olbialılar çoğunlukla İskit elbisesi giyiyorlardı ve konuştukları Grekçe berbattı. Dion, Olbia’ya (Greklerin Dinyeper ırmağına verdikleri adla) Borysthenes diyordu. Dion’un buradaki kurganlar hakkında verdiği bililerin, 1950’lerde Altay Dağları’nda, Karadeniz steplerinden binlerce kilometre uzakta, İskit dünyasının doğu ucunda Pazırık höyüğünde yapılan kazılarda doğrulanması oldukça ilginçtir. Erbolos/Eribolon B. Umar, Nikomedia’nın kuruluşundan sonra Astakos’un küçük bir kent olarak, bereketli topraklar anlamına gelen Erbolos adı ile varlığını sürdürdüğü savındadır. Bu savın ne kadar doğru olduğunu tesbit etmekten henüz uzak olsak bile, Roma İmparatoru Macrinus döneminde Nikomedia’nın karşısında Eribolon adlı bir limanın olduğu kesindir. Çünkü Elagabalus’a yenilen Caisear Macrinus, 218 yılında Antiocheia’dan (Antakya) Nikomedia’nın karşısındaki Eribolon’a gelerek deniz yoluyla Kalkhedon’a (Kadıköy) kaçmıştı. Buna göre, olasılıkla Başiskele (Astakos ?) ve Yuvacık’a (Olbia ?) çok yakın olan Sekban/Seymen’dir. Ancak yörede yapılacak arkeolojik araştırmalarda, özellikle kıyı şeridinde olası tektonik çökmeler mutlak göz önüne alınmalıdır. Öte yandan Texier şöyle demektedir: “Kıyıyı takip ederek gidilirken Ereğli adında bir köye rastlanır. Bu köyün Eribolon’un yerine işgal etmiş olması muhtemeldir. Bu şehir Ptolemee tarafından Eribaea diye adlandırılırdı.” Bir başka ilginç görüş olarak Ruge, yazıtlarda rastladığı Arbeilanoi kentini olasılıklaTavşancıl - Nikomedeia arasında olduğunu belirtirken Eribolon sözcüğü ile ses benzeşimine dikkat çeker. Ancak, İzmit kenti içinde bulunan üzerinde Kome Arbilanoi yazılı lahit nedeniyle, bölgemizde Arbilana adlı birkaç yerleşim var demek de olasıdır. Nikomedia/İzmit Helenistik dönemde bir kentin kurucusu olmak unvanı o kadar onurlu idi ki, bir yeri fetheden bir hükümdarın ya da güç sahibi bir prensin önem verdiği ilk iş, bazı kentlerin adlarını değiştirerek yerine kendi adını koymak olurdu. Aynı durum, I.Nikomedes’in babası Trakyalı Zipotes’in kurduğu Nikomedia’nın (İzmit) başına geldi. Bu hükümdar, ülkenin başkenti için iki kurban sundu ve rahipler, kurbanlarının keşfine göre kurulacak şehrin, Asya’da en büyük ve en parlak bir yer olacağını ve ebedi olarak kalacağını haber verdiler. Nikomedes’i temsil eden fildişi bir heykel, şehrin en önemli yerine dikildi. Trajanus tarafından Roma’ya taşınan heykel budur. Pausanias’ın bu anlatımına rağmen gerçek, Astakos’un sakinlerini daha uygun ve elverişli bir yere nakleden kişinin açık bir şekilde Zipoetes’in oğlu I. Nikomedes olduğu, adını kente verdiği ve Strabon’un gösterdiği yerdeki yamaç üzerine kurulduğu andan bugüne kadar taşımaya devam eden bu kentin ilk kurucusu olduğudur. Kral Zipoetes, kırk yedi yıl süren bir yönetim döneminden sonra vefat ederek krallığı oğlu I.Nikomedes’e bıraktı. I.Nikomedes (İÖ 279-255/250) zamanında, sınırları doğuda Sangarios/Sakarya ırmağının ötesine, güneyde de Nikaia/İznik’e dek genişleyen Bithynia’nın altın çağı idi. Bütün düşmanlarından kurtulmuş ve komşularıyla arası iyileşmiş olan Nikomedes ise bundan sonra ülkenin yapılaşmasına yöneldi. Bithynia’nın önde gelen şehri olan Astakos, uzun süre savaş tahribatına uğrayarak neredeyse aç ve susuz kalmıştı. Bunun üzerine Nikomedes, Lysimakhos’un yakıp yıktığı Astakos’un yerine yeni bir başkent kurmayı düşünerek bütün Bithynia kıyısının en güzel bir yerini bunun için seçti. İÖ 264’de karşı kıyıda kurduğu (Pusanias’a göre, babası tarafından kurulan kente yerleşerek kendi adını verdi) bu kente, diğer helenistik krallıklarda olduğu gibi kurucu kral onuruna, Nikomedes ülkesi anlamında Nikomedia ismi verildi ve eski Astakos halkından geri kalanları buraya yerleştirildi. Bunlar arasında Zipoates tarafından daha önce bir çok kolaylıklar tanınmış çok sayıda Grek var idi. Bu durum yönetim ve hanedanın neden Helenleştiğinin sebeblerinden biridir. Eusebios’a (3. yy.) göreyse, Nikomedia, İÖ 262’de kuruldu ve Nikomedes, Nikomedia’yı Lysimakhos’un tahrip ettiği Astakos’un yerine inşa etti. Ancak Libanios’a (4. yy.) göre de, kentin yapımına adanan adağın başka bir yerde yani körfezin karşı yakasında ve sonraki şehrin karşısında sunulmuş olması nedeniyle, Nikomedes önceliği tahrip edilen Astakos’un yerinde yeni bir şehir inşa etmek olmasına karşın bir kehanetin işareti ile kuzey kıyıda bir yer seçmişti. Latin haçlılarından peder Hardouin, üzerinde Nikomedia’nın Jupiter ve Asklepios’un sembolleri olan bir kartal ve yılanın betimlendiği İmparator Commodus’un sikkesini betimlerken, Libanius’un bunun Astakosluların bir efsanesinin sonucu olarak aktardığını belirtir, ki bu efsane de şu şekildedir. Kentin (Nikomedia) ilk kurucusu, kenti (Astakos) bulunduğu ilk konumdan başka bir yerde kurmayı düşünürken bu konu hakkında tanrılara danışılır ve onlar da isteklerini şu mucize ile gösterirler: Halkın, sunağın etrafında olduğu ve kurbanın sunak üzerinde yakıldığı bir anda, bir kartal ateşin ortasından kurbanın kafasını ateşten kapar aynı anda da Hindistan’da görülecek türden korkunç bir yılan sunağın altından çıkar ve kartal uçarak, canavar ise denizi (İzmit Körfezi) yüzerek karşı yamaca (Nikomedia/İzmit) varırlar. Kent kurucuları, Jupiter’in koruması altında onları buraya kadar takip ederler. Bu hadiseyi kahinler, tanrıların, özellikle de Poseidon’un yeni şehrin eskisinin yerinde olmamasını ve bu yamaçta kurulmasını istedikleri şeklinde yorumladılar. Gerçekte ise kralın yeni kurulacak şehir için bu yeri uygun gördüğü kabul edilebilir. Roma İmparatorları Maximinus Thrax ve III. Gordianus dönemleri Nikomedia sikkeleri üzerinde bu hadise betimlenmiştir. Bu metin, körfezin kuzey kıyısındaki Nikomeida’nın (bugünkü İzmit) konumu hakkında kesin sonuç olarak görünüyor. Eski zamanlarda, hemen hemen genel olarak kentleri tepelere yerleştirmek adetine uygun olarak İzmit de körfeze hakim olan tepelerden birinin üzerinde kuruldu. İzmit, uzun süre tepelerde kalmadı; halkı, ticaret ve gemicilik işleri için doğal olarak deniz kıyısına indiler. I.Nikomedes’in yeni kenti kendine mesken tutması doğaldı. Karşısındaki Astakos olasılıkla sağlıksız bir yerdi. Her iki şehir çok yakın olduğu için Nikomedia için de durumun dönemin sağlık koşulları açısından farklı olmaması gerekirdi. Ancak Nikomedia çok verimli, yoğun meyvalık ve tarım alanları olan bir çevreye sahipti, denizinde çeşitli balıklar bulunmaktaydı. Onun devri Bithynia için yükseliş devri oldu. Harap haldeki Astakos’un halkı da buraya yerleştirildi ve Astakos’tan yeni kente göç ettirilenlere yurttaş ünvanı verildi. Nikomedia krallığın başkenti oldu. Burası körfezin sonunda ve dünya ticareti bakımından önemli bir noktada idi ve bu şehri kurmakla da Bithynia kıralları o zamanki dünya ticaret ve uygarlığına açılan bir kapı oluşturmuş oluyorlardı. Kimilerine göre, Nikomedia’nın kuruluşunda –veya daha sonra İÖ 140 yılında- Kalkhedonlular da bu yeni kente yerleştirilmişlerdir. Yeni kent Nikomedia, kıymetli eserlerle süslendi. Nikomedes, görkemli anıtlarla şehri donattı, kendisine bir saray inşa ettirerek yeni kentini Bithynia kırallığının merkezi yaptı. Sarayının parlaklığı, yalnız komşu prensleri çekmekle kalmadı, Romalıların en büyüklerini de hayran bıraktı ki bunlar, kentte çok kaldıklarında Nikomedes’e mazeret sunarlardı. Gerçekten de I.Nicomedes, kentte bir çok tapınak, sunak ve kamu binaları inşa edilirken, geniş bayındırlık faaliyetlerinde bulunarak Helenistik kültürün Bithinya’ya yerleşmesi, refah ve zenginliğin artması için olası her şeyi yapmıştır. Krallığın gelişmesinde, ülkenin doğu ve batısı arasındaki konumu ve orman zenginliği başlıca etken olmuştur. I.Nikomedes zamanında krallık kendi sikkelerini de kullanmaya başlamıştır. Bronz sikke çok az basılmış olup, gümüş sikkelerinden Attika ağırlığındaki tetradrahmiler ile drahmilerin ön yüzlerinde, yaşlı kralının yüzünün iri ve kaba özellikleri vurgulanmış realistik bir portresi yer almaktadır. Tatradrahmilerin arka yüzlerinde bir kayada oturan Trakya Artemis’i Bendis yer almaktadır. Savaş tanrıçası fonksiyonu, sağ elinde tuttuğu iki mızrak ve kayaya dayalı bulunan kalkanıyla belirtilmiştir. Drahmilerin arka yüzünde aynı pozisyonda betimlenmiş Ares bulunmaktadır. I.Nikomedes, otuzaltı yıl yönetimde kaldıktan sonra, ilk karısından olan çocuklarına, ikinci karısından olan Prusias adındaki oğlu lehine yönetim haklarını devrettirerek öldü.

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...