27 Ekim 2012 Cumartesi

GÖZÜNÜ SEVDİĞİMİN SARI BALIĞI

Çıldır Gölü (SARI BALIK)

BUNU BİLİYORMUYDUN?

                                                             KÜBA'DA ATATÜRK'TEN BAŞKA HİÇBİR DEVLET ADAMININ HEYKELİ YOKTUR !

ZEKANIN ÖLÇÜTÜ

Zekanın gerçek ölçütü hayal gücüdür,bilgi değil.
Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına fırsat vermeyin.
                                               Albert EINSTEIN

26 Ekim 2012 Cuma

KADIN

Doğum yapan herşey dişidir
Kadınların ezelden beri bildiği kainatın dengelerini erkekler de anlamaya başladıkları zaman dünya daha iyi bir dünya olmak üzere değişmeye başlamış olacaktır

Kızılderili Atasözü....

Bu yüzdendir'ki
İNANÇ,BİLİM,SANAT ve

" KADIN "
EVRENSEL DEĞERDİR...

LİDERLİK DERSİ

24 Ekim 2012 Çarşamba

HER GÜNÜNÜZ BAYRAM OLSUN

BAYRAM



Nefes almak bayramdır mesela; günün birinde soluksuz

kalınca anlar insan...
Görmenin nasıl bir bayram oldugunu karanlık öğretir;
sevmeninkini yalnızlık...
Sızlamayan her organ, hele de burun diregi bayramdır.
Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni
kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayip "çok sükür bugünü de gördük" diyebilmek...
Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.
Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmus bir
ilişkiyi bitirmek de öyle...
En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun köşesini
bölmek, korktuğunda güvendigine sarılabilmek, dara
düştüğünde dost kapısını çalabilmek bayramdır.
Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede
üstüne serilen battaniye, saçlarini müşfik bir sevgiyle
okşayan anne bayramdır.
"Ona güvenmistim, yanılmamışım" sözü bayramdır.
Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...
Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış
ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son
taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.
Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi, akşam kapıda
karşılayan yavuklu busesi, sevdalı bir elin tende gezmesi,
nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta

ölebilmek bayram..

Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz her gününüz bayram 
olur.
Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.
Deseler de böyle delilik, 
bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun..!

Can Yücel

21 Ekim 2012 Pazar

BOK DEDİĞİN

Ben Sana

Ben sana bok demem, 
Boklar duyar ar eder. 
Bir zerren düşse boka, 
Onu da mundar eder.

Tanrı senin hamurunu
Necasetle yoğurmuş,
Anan seni sıçar iken
Yanlışlıkla doğurmuş.

Neyzen Tevfik

17 Ekim 2012 Çarşamba

BU YAZI, KADIN-ERKEK BÜTÜN VESİKASIZ OROSPULARIMIZA İTHAF OLUNUR...!!!



İbretlik bir hikaye... Mutlaka okuyun ve paylaşın...

Malatyalı Orospu Kezban...

Bu hikâye Malatya’da geçer. Bu, bir tercüman eşliğinde eğlenmek için geneleve gelen iki Amerikalı coni ile genelevde çalışan Kezban’ın hikayesidir..!!!

Ah Kezban ah, eli öpülesi Kezban ..!!! Belki de şimdi yaşamıyorsun. Keşke yaşasaydın da görseydin, gerçek orospunun kim olduğunu.. !!!

Menderes’in Türkiye’yi ‘küçük Amerika’ yapmaya çalıştığı günlerde, yani 1955-1960′lı yıllarda yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesidir…

Malatya’nın en canlı sokaklarından biri de, genelev sokağıdır…

Gündüz Cumhuriyet Bayramı kutlanmıştı.. Gece saat 12′ye yaklaştığı sırada içeriye ağızlarında pipo, Sarı saçlı, uzun boylu iki kişi ile beraber şık giyinmiş şişman bir adam girdi. Bu iki yabancı, ‘uzman’ sıfatıyla bir dost memleketten getirilmişlerdi… Bir yıldır yakındaki 15.000 nüfuslu bir Anadolu kasabasındaydılar.

Kaymakam kasabada böyle bir şey olamayacağını, arzu ederlerse falanca yerdeki ‘Türk pavyon’una gitmelerini tavsiye etmişti… Bunun üzerine iki genç, tercümanlarını da yanlarına alarak önce Malatya’ya, sonra da faytoncunun rehberliğinde buraya gelmişlerdi…

Yani Malatya genelevi’ne..!!!

İlk dakikalarda yadırgadıkları bu yer, git gide hoşlarına gitmişti. Akşamdan beri 25 müşteri savmış olan Kezban, gramofona oynak bir plâk koymuş, kırmızı mayosunun içinde dönüp duruyordu… Yabancılar Kezban’ı seyretmeye başladılar. Sonunda Kezban’ı işaret ederek, tercümanlarına bir şeyler dediler…

Tercüman çaça kadın’a :

- Mösyöler bayanı istiyor..!!!

Tercümanı duyan Kezban adamlara şöyle bir baktı… Sonra :

- Müthiş yorgunum anne. Mazur görsünler..!!!

Cevap tercüme edilince, yabancılardan uzun boylusu sertleşen sesi ile :

- Ne demek..?!!!

- Böyle yerlerde müşteri reddedilmez ..!!! diye diklendi…

Kezban hiddetlenerek :

- Yorgunum efendim..!!!.. Lâftan anlamaz mısınız siz..?!!!

Tercüman :

- Bu mösyölerin kim olduğunu bilmiyorsun galiba ..?!!! Hem bir orospu müşterisinin arzusunu yerine getirmeye mecburdur..!!!

Kezban :

- Ben orospuyum..!!! Ama bu mösyöler kim olursa olsunlar, arzularını yerine getirmeyeceğim..!!!

Diğer kadınlar şaşkın şaşkın ona bakmaktaydılar… Kezban’ı o güne kadar hep para canlısı olarak düşünmüşlerdi..!!!

Tercüman yediği hakareti hazmedememişti :

- Senin gibilerinin hakkından polis gelir..!!!

- Buyrun efendim, polis iki adımlık yerde..!!!

Şişman tercüman hışımla dışarı çıktı. Biraz sonra yaşlıca bir polisle içeri girdi… Ecnebilere karşı daima nazik olmayı, onlara kolaylık göstermeyi vazifesinin mühim bir düsturu sayan polis, Kezban’a :

- Mösyöler seni çiftetelli oynarken bulmuşlar… Demek ki yorgunluk bahane… Şu halde sebep ne Kezban..?!!!

- Sadece istemiyorum..!!!

- Fakat vazifeni unutuyorsun. Sonra senin için fena olur..!!!

Genelevin dilberi Kezban, âdeta deliye döndü :

- Bana hiç bir şey olmaz, polis bey..!!! Ben gavurlara orospuluk yapmam polis bey ..! Beni nihayet buradan başka bir yere sürebilirsiniz…! Fakat sürüleceğim yer gene Türk ili değil mi ..?!!!

Herkes susuyor, iki yabancı alık alık bakıyordu… Kezban ise yumruklarını sallayarak söyleniyordu :

- Ben gavur orospusu değilim, polis bey..!

- Ben Türk orospusuyum..!!!

Diğer kadınlar başlarını önlerine eğmişlerdi… Yaşlı polis ise gözlerindeki ıslaklığı göstermemek için, ağır ağır bahçeye çıkarken Kezban hâlâ bağırıyordu :

- Ben gavurun altına yatmam, polis bey..!

- Ben Türklerin orospusuyum..!

- Gâvurun değil..!

Bu anlatılanlar, kaderin sillesini yemiş vesikalı Kezban’ın ; cılız öpülesi elleriyle ; ülkemizi işgal eden gâvurlara attığı yaman tokadın hikâyesidir… İşte böyleee … Bir kaç dolar kazanabilmek için, yabancıların önünde eğilen bütün politikacılarımıza…

İş adamlarımıza…

Bürokratlarımıza…

Medya mensuplarına…

Ve “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık ” diyebilen o çok namuslu ( !!! ) Hanım kızlarımıza…

Velhâsıl, kadın – erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunur ..!!!

Ve o şişman tercümanın adı neydi biliyor musunuz.. ?!!!

TURGUT ÖZAL ..!!!
--------------------------------
Doç. Dr. Mehmet KAYA
Ondokuz Mayıs Üniversitesi
Veteriner Fakültesi Fizyoloji Ana Bilim Dalı

15 Ekim 2012 Pazartesi

ÇAKIL TAŞININ DİLEĞİ




Çakıl taşı oynadı derinde
Balıklar mı dokundu ucundan
Dalgalar mı itiverdi ardından
Yuvarlanıyor yamaçtan daha derinlere
Kendinden küçüklere çarpıyor
Sökebildiği geliyor peşinden
İri bir kaya diliyor içinden
Çarpıp duracağı kadar iri
Kırılsa da, parçalansa da durmalı
Artık bıkmıştı yuvarlanıp gitmekten
Su epeyce bulanıktı
Karanlıktı önü ardı
Ama bir kayaya rastlama ümidi vardı
                      Tahir ÖZCAN  EKİM-2012

AKVARYUMDA BALIK




Bu gün öldü balık
Akvaryumdaydı yarım metre küp
Dünyasıydı orası ama rengarenk
Onu bildi onu gördü
Ne elektrik kesintileri
Ne kirlenmiş sular gördü
Ama yaşadı
Şimdi yok
Dijital birkaç resimde kaldı
Akvaryumdaki balık
Ve ben
Suyun kendisi bu dünya
Oksijenimse sen…
                                                                                      Tahir ÖZCAN  EKİM/2012

4 Ekim 2012 Perşembe

ZÜLFÜ Livaneli'den dehşet bir yorum:

*Ey sağduyulu insanlar;

Hiç dünyada böyle bir şey gördünüz mü?
1938'de vefat etmiş bir liderin bu kadar tartışıldığını, her gün köşe yazılarına konu edildiğini, taraftarlarıyla karşıtlarının kanlı bıçaklı olduğunu hatırlıyor musunuz?
Dünyada böyle bir örnek var mı?
Amerikan basını kendi liderlerini unutmuş, durmadan Atatürk'ü yazıyor, Fransız basınında De Gaulle'den çok Atatürk adına rastlanıyor, Britanya'da adı, Churchill'den fazla geçiyor.
Bu size garip gelmiyor mu?
Bütün dünya niçin işi gücü bırakmış da 130 yıl önce Selanik'te doğmuş olan bir Osmanlı çocuğuyla ilgileniyor?
Dertleri onun tarihteki rolünü anlamak mı (bize bu kadar meraklı olduklarını hiç sanmıyorum), yoksa işin içinde başka bir iş mi var?
Birazcık aklı olan herkes, bu işin durup durup neden köpürtüldüğünü merak etmez mi?
Eder elbette.
İşte benim cevabım: Türkiye Cumhuriyeti anormal şartlar altında oluşmuş bir ülkedir. İmparatorluğun Batı tarafından planlı bir şekilde çökertilmesinden sonra Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkasya'daki Müslüman Osmanlı tebaası, son kale olarak Anadolu'ya göçtü. Bu kılıç artığı- insanların kültürleri, adetleri, yaşam biçimleri farklıydı. Bu büyük farklılıklar, Anadolu'da zaten karmakarışık olan etnik ve dini yapıya eklenince, acayip bir karışım doğdu.
O 'karışımın hayatta kalabilmesinin ve bir arada yaşayabilmesinin tek şartı, yeni bir ulus ve yeni bir devlet oluşturmaktı.
Bu iş başarıldı ama Batı'daki gibi, zaten var olan homojen bir ulus, bir devlet yaratmadı.
Tam tersine, yeni devlet bir ulus yarattı.
Bu karmakarışık yapıdan bir ulus yaratan iradenin başında ise Mustafa Kemal vardı.
Ernest Renan, "Hiçbir ulus devlet, geçmişi çarpıtılmadan yaratılamaz" der.
Türkiye Cumhuriyeti de bunun dışında değildi elbette. Tarihi kendine göre yeniden yazdı, içinden çıktığı Osmanlı'yı hain ilan etti, Ziya Gökalp adlı Kürt asıllı bir düşünürümüzün ortaya attığı "Türkçülük tezi"ne aşırı bir önem atfetti; yani bir sürü aşırılık yaptı..
Elbette ki aradan bunca yıl geçtikten sonra bunları konuşacak ve yanlış uygulamaları eleştirerek demokrasimizi olgunlaştıracağız.
Buna aklı başında kimse itiraz etmez.
Ama bugün esen rüzgarlar, bunu amaçlamıyor. İstedikleri tek bir şey var,
Mustafa Kemal Atatürk'ü, Hitler gibi bir cani haline getirmek.
Çünkü bunu başardıkları gün, Türkiye Cumhuriyeti gayrı meşru hale gelecek.
..
Bazılarının bilinçli, bazılarının ise bilinçsiz olarak girdikleri yol bu.

***
Bilirsiniz; camilerde kubbeleri bir tek kilit taşı tutar. Bu taşı çekerseniz, ona yaslanmakta olan diğer taşlar gümbür gümbür çöker.
Mustafa Kemal, bu cumhuriyetin kilit taşıdır. Çünkü devlet ve ulus, onun iradesiyle kurulmuştur.
Cumhuriyeti yıkmak isteyenler ise bu gerçeği, yani ülkenin Aşil topuğunu çok iyi bilmektedirler.***
Atatürk'ü yıkmak, onun dayandığı üç unsuru devirmekle mümkün olabilirdi.
Neydi bu üç unsur?
Partisi, ordusu ve halktaki sevgi.
Önce partiyi yıktılar. Cumhuriyet Halk Partisi kağıt üstünde varlığını sürdürüyor ama artık kesinlikle aynı parti değil.
CHP'nin yerinde yıllardır yeller esiyor.
İkinci sütun olan ordu ise perişan. Bunu sadece son dönemlerdeki duruma bakarak söylediğimi sanmayın sakın.
Bu ordu yıllar önce, (Atatürk'ün vasiyetine aykırı olarak) iç politikaya, darbelere, işkencelere bulaştığı, Güneydoğu'daki savaşı bilerek uzatanları içinde barındırdığı ve emperyalizmin hizmetine girdiği gün bitmişti. AKP sadece, bu bitmiş kuruma son darbeyi indirdi.
Atatürk'ün üç dayanağından parti ve ordu bitirildikten sonra, sıra üçüncü ayağa geldi. Yani onu sevenlerin kalbindeki yeri.
Şimdi oyunun bu son perdesi oynanıyor. Mustafa Kemal'i itibardan düşürme gayretleri sergileniyor.
Bir devrim döneminde ortaya çıkan bütün fenalıklar, suçlar, kabahatler ona yüklenmeye çalışılıyor.
Bu da başarıldığı gün, bilin ki Türkiye Cumhuriyeti çökmüştür.

***
Bazı mesajlarda bana diyorlar ki: "Yahu bu rejim sana kötülük etmedi mi, ordu genç yaşında seni hapislerde süründürmedi mi,
evini barkını yıkmadı mı, mahkemeler seni yargılamadı mı, albümlerini yasaklamadı mı, merkez basın seni kaç kere linçe tabi
tutmadı mı? Nasıl olur da bu düzeni savunursun?"

Sevgili arkadaşlar; doğrudur, haklısınız. Türkiye'deki zalim rejimin acılarını en çok çekenlerden birisi benim.
Yapılanları anlatsam kitaplara sığmaz. Hayatım bu zulüm rejimine karşı mücadele ederek geçti. Ama hükümetlere, cuntalara karşı mücadele etmek başka, ülkeyi yıkmaya çalışmak başka. Ben hiçbir zaman 'vatan haini' olmadım.
O cuntalardan, generallerden, başbakanlardan, polis şeflerinden çok daha fazla sevdim bu memleketi.
Karşılıksız sevdim, kötülük gördüğüm halde sevdim. Gerçek yurtseverler bizleriz.
Bu yüzden; ülkeyi yıkmak için Mustafa Kemal'i itibarsızlaştırmak oyununa karşı çıkıyorum.
Siz 12 Mart'ta, 12 Eylül'de, ordu yüzüne Kemalist maskesi takmışken benim hiç Atatürk'ten söz ettiğimi duydunuz mu?
Elbette duymadınız. Çünkü o zaman iktidar kendisine Kemalist diyen zalim bir grubun elindeydi.
Atatürk'ü övmek ödüllendiriliyordu, buna tenezzül edemezdim.
Ama şimdi oyun farklı. Dün Mustafa Kemal'i eleştirmek tehlikeliydi, bugün ise onu savunmak.
Ama benim de, tehlikeli bile olsa gerçeği söylemek gibi bir huyum var..........

SAVAŞ ÇIĞIRTKANLIĞI YAPANLARA OKUTULMALI

Birinci Dünya Savaşı'nda
İngilizlere,
150 bin askerimiz esir düştü.
Bu askerlerden bir kısmı da Mısır'ın

İskenderiye şehri yakınlarında bulunan Seydibeşir Usare Kampı'na
... Hapsedildi.

********

Kampın tam adı,
'Seydibeşir Kuveysna Osmani Useray-I Harbiye Kampı' idi.
Bu kampta,
1918'de
Filistin Cephesinde esir düşen 16. Tümen'in 48. Alayı'na bağlı
Osmanlı Askerleri
Tutuluyordu.

********

12 Haziran 1920'ye kadar
Iki yıl boyunca
Her türlü işkence, eziyet, ağır hakaretler ve aşağılamaya maruz kaldılar.

********

İnsanlık dışı muamelenin nedeni ise Ermeniler idi…

********

Kamptaki, Türkçe bilen Ermeni tercümanların
Yalan yanlış çevirileri ve
kışkırtmaları nedeniyle,
kampların İngiliz komutanları,
azılı Türk Düşmanı haline
gelmişlerdi.

********

Savaş bitmişti.
Ancak,
Kamptaki ağır koşullar nedeniyle
ölenler dışındaki askerleri
Teslim etmek,
İngilizlerin işine
Gelmiyordu.
Çünkü,
olası yeni bir savaşta,
Bu askerlerin
Yeniden karşılarına çıkabilecekleri, Ermeniler tarafından,
İngilizlerin beyinlerine işlenmişti.

********

Çözüm
Toplu katliamdı…
Askerlerimiz,
Mikrop kırma bahanesiyle,
süngü zoruyla
Dezenfekte havuzlarına sokuldu.

Suya normalin çok üzerinde
'krizol' maddesi
katılmıştı..
Mehmetçik,
Suya daha ayağını soktuğunda,
aşırı krizol maddesi nedeniyle haşlanıyordu.
Ancak,
İngiliz Askerleri,
dipçik darbeleri ile askerlerimizin havuzdan çıkmalarına izin vermiyorlardı.

Mehmetçikler,
Bellerine kadar gelen suya başlarını sokmak istemediler.

Bu kez İngilizler havaya
(başlarının üzerine)
ateş etmeye başladı.
Askerlerimiz,
ölmemek için,
çömelerek başlarını suya soktular.
Ancak,
başını Sudan kaldıran artık göremiyordu.
Çünkü gözleri yanmıştı…

********

Dışarı çıkanların halini gören
sıradaki askerlerimizin direnişleri de fayda etmedi
Ve 15 000 (15 bin) askerimiz
kör oldu.
Bu vahşet,
25 Mayıs 1921 tarihinde
TBMM.' de görüşüldü.
Milletvekilleri Faik ve Şeref Beyler
Bir önerge vererek,
Mısır'da esirlerin
Krizol banyosuna sokularak,
15 bin vatan evladının gözlerinin kör edildiğini,
Bunun faili olan
İngiliz doktor,
Garnizon Komutanı ve
Askerlerin
cezalandırılması için,
TBMM' nin teşebbüse geçmesini istediler.

********

Yeni kurulan devletin bin türlü derdi vardı.
Ağır sorunlarla uğraşan TBMM' de
Bu hesap sorma işi
Unutuldu gitti.
Ama onlar
Unutmuyorlar…


Kendi ihanetlerini bile
soykırım ambalajına sarıp,
dünya kamuoyuna
Sunuyorlar.

3 Ekim 2012 Çarşamba

Hayaldi Gerçek Oldu, İşte Anarşi!


1970’li yıllarda, Türkiye’nin “haksız” düzenini masum, hatta enayice bir şövalyelikle sorgulayan gençlere “anarşist” denirdi. Türkçe, henüz keşfetmemişti 1789 Fransız Devrimi’nin dünya literatürüne armağan ettiği“terör” ve “terörist” sözcüklerini.
Komünist ya da sosyalist olduklarını savunan, aslında idealist hümanizmadan ileri geçmeyen yollarda en fazla çapsız efelere dönüşen bu gençler, 1970’lerden 1980’lere “anarşist” diye kıyıldılar, biçildiler, hatta asıldılar.
Onlar nasıl komünizmi, sosyalizmi pek bilmiyorlarsa, onlara “anarşist”diyenlerin de “anarşi”nin ne olduğundan haberi yoktu.
Güya devlet düzenini savunan kuramcılar bile anarşiyi “karıştırıcılık” olarakanlıyorlardı. Ne dediklerini bilseler, devletçiliğin ta kendisi, hatta dik âlâsı komünizmi savunanları, bireyin her tür devlet vesayetinden kurtarılması gerektiğini ileri süren “anarşizm” ideolojisiyle suçlayabilirler miydi?
***
Tarih mi eğleniyor Türk toplumuyla yoksa “talih” mi, karar veremiyorum, ama 1970’lerde “anarşist” diye biçilen gençliğin tüm hayalleri 2000’lerde gerçek oldu ve savundukları gecekonducular kentleri teslim aldı, dangıl dungul marabalar makam arabalarına kuruldu, çocukları iktidar.
Ve... Tarih ya da talihin çarkı öyle bir döndü ki, kırk yılda tam 360 derecelik bir daire çizdi ve dün solcuları “anarşist” diye ezen devlet, bizzat devlet eliyle“anarşi”ye teslim edildi!
Nedir anarşi?
Devletin karşıt siyasal, ekonomik ve toplumsal güçler arasında uzlaştırma görevini yerine getiremediği bir toplumun durumudur. Bugün İslami şeriat düzeniyle laik Cumhuriyet düzeni arasında can çekişirken etnik terörle savaşan Türkiye’nin halidir. Suriye’de iç savaşı körüklerken içindeki isyanla baş edememek vaziyetidir.
Yoksulluk, gelir dağılımındaki muazzam farklılık, bireysel özgürlük yoksunluğu, insan hakları ihlalleri ve çocuk işçilerin sömürüsü başta, sigortasız işçi çalıştırmak gibi sosyal adaletsizlikleri gidermek yerine; dine dayalı yiyecek içecek (oruç, alkol vb.) kısıtlamalarını yaygınlaştırıp, dine dayalı giyecek yasaklarını kadınlara “özgürlük” diye sunan AKP iktidarında, MHP’nin desteğiyle varılan nokta, demokrasi değil, anarşinin ta kendisidir. Çünkü AKP/MHP uzlaşması, devlet düzenini reddeden, hatta mahkemelerde“Allah’tan başkasına hesap vermem!” diye bağıran şeriatçılarla, laik hukuk arasındaki uzlaşma olanaksızlığını açığa çıkarmıştır.
***
Anarşizm, bireyin her türlü devlet vesayetinden kurtarılması gerektiğini savunan ideolojidir, demiştik...
Hukuka üstünlük tanımayan, hatta yargıyı vesayet altına alan bir iktidar sürecinde, yasama organı özel yetkili mahkemeleri hem kaldırıyor, hem bırakıyor ve legalitenin illegaliteyle iç içe girdiği bir kaos yaratıyorsa, o devlet, anarşizme fiili anlamda teslim olmuş demektir.
Özel yaşam alanının daraldığı, bireysel özgürlüklerin kısıtlandığı, sosyal ve demokratik hakların budandığı, ama cemaatçiliğin her türlü devlet vesayetinden kurtarıldığı bir toplum, anarşik değilse nedir?
***
Önceleri kabullenmekte zorlanıyordum, sonunda anladım: Türkiye’nin böyle bir anarşi evresinden geçmesi, dibe vurması, irticanın, cehaletin ve tabii vahşetin değirmeninde birkaç kuşağını daha öğütmesi, artık kaçınılmaz. Hiçbir tepeden inme hareket, ne yazık ki önüne geçemiyor böyle bir hesaplaşmanın. Anarşi, kulluktan yurttaşlığa geçemeyen ve demokrasiyi cemaat cuntası, özgürlüğü de başta kadın, şeriat yasakçılığı diye belleyen zihniyetin faturası. Bu faturayı kesen de ödeyecek, kestiren de...
Türkiye İran olur, diye korkmayın. Olmaz diye korkun. İran’da hiç anarşi yaşanmadı. Başından beri açık, net, ideolojik bütünlüğü olan bir şeriat cephesi vardı, devleti yıkmadı, şahı yıktı, rejimi değiştirdi.
Anarşi, devlet yıkar
Yerine ne kurulur, ne kurulmaz; kim gelir oturur ya da göçer gider, belli olmaz.
Anadolu topraklarında her örenyeri, anarşinin bitirdiği bir devlet değil midir?
‘G’ NOKTASI
Yanda okuduğunuz yazım, ilk kez 2008 yılı Şubat ayında yayımlandı. Küçük bir tatil kaçamağı yaptım, “Röveşata”yı boşa çıkarmak istemedim, sizlerin okumadığınız eski bir yazımı koyayım dedim, arşivlerimi taradım. Bir de ne göreyim? İnanın, yazdığım binlerce yazıdan çok azı eskimiş! Türkiye’de ne hamam değişmiş, ne tas; hepsini yeniden yayımlayabilirim!
AKP, büyük olağan kongre salonunda terlerken bendeniz gazetelerin ulaşmadığı, telefon ve televizyonun erişmediği denizlerde serinliyordum. Kim bilir ne yeni yönler, yanlar, yollar muştulamıştır iktidar partisinin çoğul konuşan tekil şahsı, Sayın Başbakan.
Ama bir şey kaçırdığımı hiç sanmıyorum.
Çoğunluk olmak, haklı olmak, doğru çıkmak değildir.
Galileo, “Dünya dönüyor!” dediğinde azınlık bile değil, yalnızdı. Çoğunluktan fazlasını, herkesi buldu karşısında. Ama hiçbir çoğunluk durduramadı dünyanın dönüşünü.
Ve ben Türkiye’nin devinimine bakarak eski yazılarımın hiç eskimemesinden ürküyorum, yalnızca.

                                                                                             Mine G. KIRIKKANAT

NE ÇOK ENKAZ


sizi bir yerlerden tanır gibiyim
galiba bodrum'daydı geçen yaz
t-shirt'leriniz vardı türkuvaz
pabuçlar 'all star american'
ne tutucuydunuz ne de bağnaz
sabah kahvaltısında beethoven chopin
akşamları hacı ârif incesaz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
sanırım bodrum'daydı geçen yaz
güngörmüş saçlarınız vardı beyaz
bakışlarınız alaycı ve delişmen
mavi yolculuklarda yıldız-poyraz
balık yemekten ve çok sevişmekten
gut'a yakalanmıştınız biraz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
her halde bodrum'daydı geçen yaz
daracık sokaklarınız vardı çıkmaz
viskiyi çok sever az içerdiniz
gün boyu meyhane cafée-bar caz
"yine de en büyük rakı" derdiniz
iki cami arasında beynamaz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
elbette bodrum'daydı geçen yaz
sözcükleriniz vardı ince mecaz
aşklarınızı şiirle yıkardınız
bir yığın kadın huysuz utanmaz
her biriyle ayrı yatardınız
bin türlü işve bin türlü naz
        n e   ç o k   e n k a z

sizi bir yerlerden tanır gibiyim
mutlaka bodrum'daydı geçen yaz
dostlarınız vardı köylü ve kurnaz
bireysel konularda acımasız
ülke sorunlarında vurdumduymaz
batı'lı düşünür doğu'lu yaşardınız
azıcık hicazkâr her dem şehnaz
         n e   ç o k   e n k a z

Ahmet  NECDET

ATAOL BEHRAMOĞLU USTADAN


Ne Çok Hain

“Ne Çok Enkaz”ın yazarı Ahmet Necdet’in
anısına saygıyla.
Sizinle galiba arkadaş filandık
Işıklı günlerinde gençliğimizin.
Hayalleriyle kanatlanırdık
Gelecek, güzel Türkiyenin.
Fakat nasıl da değiştiniz birden
Arınıp bütün o düşlerden
Buzlu sularında bencilliğin.
Ne çok hain.
Hayır, belki de değişmediniz,
Aslınız belki de buydu sizin.
Sadece zamana ayak uydurdunuz
Ortak ateşinde ısınıp gençliğin.
Sonra neyseniz o oldunuz
Asıl kimliğinizi buldunuz
Uşağı oldunuz zalimin.
Ne çok hain.
Şimdi giydiğiniz her şey markalı
Tadını aldınız zenginliğin.
O fotoğraflar parkalı markalı
Uzak bir anısı oldu geçmişin.
Fakat yine de yeri geldikçe
El atıp eski albüme
Kullanıyorsunuz reklam için.
Ne çok hain.
Aynı arsız kibir suratlarınızda
Erkeğinizin dişinizin.
İçim bulanıyor karşıma çıktıkça
Ekranlarında TVlerin.
Kiminiz yeni yetme faşist çığırtkan
Kiminiz kaşarlanmış sırtlan,
Sanırsın kardeşi vampirin.
Ne çok hain.
Yoksul aile çocuklarıydınız
Orta halli, belki zengin.
Soyluydu sizden anneniz babanız,
Sade yurttaşları Cumhuriyetin.
Siz hangi piç köklerden türediniz,
Kimsiniz, neden böylesiniz
Nasıl boğuldunuz içinde ihanetin.
Ne çok hain.
Zaman geçer, devran döner
Yıkılır sarayı, zindanı zalimin
Efendi uşağını terk eder
Gereği kalmayınca hizmetin
Hele azıcık da diklendiniz mi
Yersiniz kaçınılmaz tekmeyi
Hadi, sıkıysa diklenin
Ne çok hain
Kimliksizler, omurgasızlar
Hedefisiniz şimdi lanetin.
Ne hizmetinde olduğunuz iktidar
Ne sahte parıltısı şöhretin
Kurtaramayacak sizi bu lanetten,
Halkın içinde yükselen nefretten,
Artık hiç değilse susmayı deneyin.
Ne çok hain.

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...