29 Aralık 2013 Pazar

POLİTİKA-SİYASET

Politika:Eski Yunan da Polis'e (şehir devletleri) ait etkinlikler olarak tanımlanmıştır. Bizde daha sıklıkla kullanılan deyişiyle Siyaset ise Arapçada Seyis (at bakıcısı) kelimesinden türemiştir. Siyasetçilerimizin halkı güdülecek sığır olarak görmesi bu yüzden olsa gerek.

27 Aralık 2013 Cuma

BEYİN KANAMASI NASIL ANLAŞILIR?


Lütfen çok dikkatle okuyunuz. Mangal yaparken aniden Sinem’in ayağı takıldı ve düştü. Hemen ambulansa haber vermek istedilerse de Sinem buna karşı çıktı – kendisini iyi hissettiğini ve düşmesine sebep olarak da ayakkabılarının yeni olduğunu gösterdi. Biraz titrek ve solgun göründüğünden, arkadaşları üstünü başını temizlemesine yardımcı oldular ve önüne dolu bir tabak koydular, çünkü elindeki tabağı düşürmüştü. Sinem akşama kadar diğerleriyle birlikte eğlenmeye devam etti. Eşi akşam olduğunda hepimizi arayıp Sinem’in hastaneye kaldırıldığını haber verdi. Aksam saat 23:00′te Sinem vefat etmiş. Meğer mangal yaparken beyin kanaması geçirmiş. “Eğer herhangi biri bunun bir beyin kanaması olduğunu anlasaydı, Sinem bugün hayatta olurdu.” Lütfen aşağıdaki yazıyı dikkatle okuyunuz: Bir nöroloji uzmanı şöyle der: Önemli olan beyin kanaması teşhisini koymak ve 3 saat içerisinde bunu tedavi ettirmek -ki bu hiç de kolay değil. Beyin kanaması olduğunu anlamak için aşağıdaki dört adımı uygulamak gerekir: Beyin kanaması semptomlarını anlamak cok zor olabilir. Fakat bu konuda bilgisiz olup beyin kanaması geçiren kişiye müdahale edilmezse, beyni çok ciddi zararlar görebilir. Doktorlar, artık herkesin aşağıdaki 4 adımı uygulamakla bunu kolayca anlayabileceğini söylemektedir. 1. Kişinin gülümsemesini istemek (eğer yapamazsa = Felç demektir) 2. Kişinin çok basit bir cümle söylemesini istemek (“Bu gün çok güzel bir gün”) gibi. 3. Kişiden her iki kolunu birden kaldırmasını istemek. 4. Kişiden dilini dışarı çıkartmasını istemek. Eğer yamulmuşsa bu da felç geçirdiğine işarettir. Eğer kişi bu dört adımdan birini yerine getiremiyorsa – “lütfen” derhal acil servise haber veriniz ve doktora telefonda durumu izah ediniz

24 Aralık 2013 Salı

Merkezdeki Ülke

maos
Tarih kitaplarından duymuşuzdur,Türkler’e karşı inşa edilen o büyük duvarı, Çin Seddi’ni. O duvarın aşılamazlığı ile dört nala geldiğimiz yurt edindiğimiz Anadolu topraklarında o uzak topraklara hep bir yakınlık hissetmişizdir. Ama bir o kadar da kendimizi hep Asyalı olarak tanımlamaktan kaçınmışızdır. Bu durum politika belirleyici olması gereken üniversitelerin ve kurumlarının dış politika çalısmalarında da aynı şekilde devam etmiştir. Batı değerleri merkezli dış politika diye tanımlanan dış politika anlayışımızı “Atlantik” merkezli bir yapıya çevirerek yönümüzü hep başkalarının belirlemesine alıştığımızdan denge kurmayı öğrenememişizdir. “Bölgesel ve küresel güç”, “dengeleri belirleyici ülke”, “dünyanın yeni merkezi Türkiye” söylemleri gazete sayfalarındaki demeçlerden öteye gidememesinin yanında; dış politika hataları ile kara çukurlarda can çekişir hale gelmişizdir.
Soğuk Savaş sonrası değişen dünyada fırsatları en iyi kullanan ülkelerin başında Türkiye gelmese de Çin Halk Cumhuriyeti uyguladıgı dengeli politikalar ile, bizim gazete manşetlerimizdeki gibi, dünyanın büyüyen bölgesel ve küresel aktörü haline geldi. Tabi ki de Türkiye ve Çin’in yapısal olarak bir birinden farklılıkları belirgin bir biçimde ortada. Benim bu yazıda üzerinde durduğum nokta tarihsel olarak hep “merkezdeki” olarak belirleyen iki eski uygarlıktan uzak asyamızdaki Çin’in küresel sistemdeki “yükselen” konumu.
Çin Halk Cumhuriyeti, Başkan Nixon’ın 1972 yılında ki ziyareti ile beraber Soğuk Savaşın yıkıcı etkilerinden soyutlanarak yeni sisteme entegre olmanın adımlarını atmıştı. 1989 Yılında yıkılan Berlin duvarı doğu bloğu ülkeleri ve Sovyetler Birliğini duvarın altında yıkıma götürürken; Çin’in yaşadığı kısa sureli şok Tianenmen ile sınırlı kalmıştı. Çin’de Tianenmen olayları ile beraber yükselen demokratikleşme trendlerinin başarı kazanacağı söylemleri devam ederken, daha otoriter ama ekonomik anlamda liberal ekonomiye bağımlı bir yapı kendini gösterdi. Çin dünyadaki demokratikleşme ve serbest piyasa söylemleri içerisinde kendi yerini salt kalkınmacı bir söylemle devam ettirdi. Yeni dönemde milliyetçi ve vatansever söylemlerle harmanladığı sosyalist anlayışı ülkenin kalkınması için meşruiyet sağlayıcı bir araç olarak kullanmayı hedeflemekteydi. Soğuk savaş sonrası dönemde yeni oluşan koşullar Çin için fırsata dönüştürülebilirdi ve öyle de oldu.  Deng Xioping’in pragmatik düşünce yapısının bir ürünü olan “1 ülke 2 sistem” söylemi altinda Hong Kong ve Macau 1 Temmuz 1997 tarihinde anavatana dahil oldular. Bu diplomatik başarı Çin’in yeni dönemdeki karakterinin ilanı niteliğindeydi. Çin Halk Cumhuriyeti siyasal ve ekonomik alanda barışcı yapısı ile hareket ederek ekonomik gelişiminin sürdürülebirliğni sağlayacaktı ve statükonun devamını sağlayarak bölgesindeki barışcı ortamın revizyonist ya da çatışmacı bir karakterle değiştirilmesine engel olacaktı. Bu yüzden, Soguk Savaş sonrası Çin’in önceliği  içerde kalkınmayı ve sosyal dengeleri sağlayarak bölgedeki dengeleri barış içerisinde tutmaktı. Ekonomik gelişme ve kalkınma söylemi küresel sistem içerisinde var olma isteğiydi; bir bakıma da Çin’in kendi içerisinde en büyük meşruiyet temelini oluşturmaktaydı. Bu bakımdan 2000li yılların ortalarına kadar Çin içerde ve dışarda söylemsel ve eylemsel olarak barışcı yapısını sürdürmeye çabaladı.
Sistemin parlayan yıldızı olan ve kavramsal olarak karşıt olduğu sistemde cift haneli yüzdelik dilimlerle yükselen Çin, sistemin çatışmacı karakteri ile bölgesel ve küresel çıkar çatışmalarının kendi egemenlik alanlarına yönelmesi ile yüzleşti. 2000’li yıllarda artan bölgesel ve küresel catısmalar Çin’in etki alanlarına yöneldi. Çin Başbakan Wen Jiabao bu dönemde resmi olarak “barışcıl yükselişi” ilan etse de; Çin farkında olduğu ama yüzleşmek istemediği çatışmacı yapının kendini hissettirdiğiydi. Birçok Siyaset Bilimci Çin’in yapisinda temsil ettiği değerler toplamının Liberal ekonomik sistemle taban tabana zıt konumda olduğu ve Çin’in otoriter yapısının sistemin devamlılığı açısından bir tehlike oluşturduğunu iddia etmektedir. Yani Çin’in ne kadar barışcı bir söyleme sahip olursa olsun yükselişi diğer yapısal aktörler ve sistemin bütünü için tehlike oluşturmaktadır. Bu görüşün yükselen ekonomik dalgalanmalar ve kırılmalar ile geçerliğini koruduğu aşikar olsa da Çin’in halen statükoyu koruyarak yapının devamlılığını sağlama mücadelesi de gözle görülmektedir. Çin ekonomik  ve siyasal gücünü sistem içinde artırarak  ve karsılıklı bağımlılık ilişkileri ile yerini sağlamlaştırmayı denesede, bölgesel ve küresel çatışmaları etkisinden soyutlanamayacağı görülmektedir. Son dönemde bölgesel ve küresel düzlemde oluşan çatışmalarda daha dinamik bir yapı kazanması oluşabilecek siyasal değişimlerden ve sistemsel değişimlerden ayrı tutulmama mücadelesidir. Bu mücadelelerin artarak devam etmesi de ters bir düzlemde Çin’in etrafında ya da yakın bölgelerindeki sıcak çatışma tehliyesini orataya çıkaracaktır. Bu sıcak çatışmaların en yoğun olacak muhtemel alan ise hegemon güçle psikolojik  çatışmanın en yoğun görüldüğü Asya-Pasifik bölgesidir. Bu bölgedeki kaynayan sularin bölgesel catışmaları küresel düzleme çekmesi olasılığını kuvvetlendirmektedir. Böyle bir çatışma riskinin devam ettiği Asya-Pasifik’teki güç yarışı gün geçtikçe artarak devam etmektedir.

“Zhong Guo (中国)” (Çin Halk Cumhuriyeti)

16 Aralık 2013 Pazartesi

Yerli Film



Gökyüzünde kocaman gümüş misket
Sahip olabildiğinden daha fazla ışığını
Çiğ yağmış çimlerin üzerine düşüren
Ve mermer süs havuzunda birkaç balık
Altın külçeleri gibi sanki yüzebilen
Ve ılık bir rüzgar esip geçti doğudan batıya
Kuru meşe yapraklarını uçurarak
Ve geceyi boğan sessizliğinden
Üç kez seslendi puhu kuşu
Ve çocuk kızı öptü
Film daha bitmeden.


Tahir ÖZCAN     15-12-2013

23 Kasım 2013 Cumartesi

İspanya'da Orjinal Görünümde Bir Süs Havuzu


Oldukça sade ve basit bir sistemde yapılmış havuz ile muhteşem bir görüntü elde edilmiş.
İspanya'nın Valencia şehrinde bulunan yelkenli görünümündeki bu süs havuzu,
farklı ziyaretçiler tarafından şöyle görüntülenmiş.



par les soirs bleus d’été, j’irai dans les sentiers,
picoté par les blés, fouler l’herbe menue :
rêveur, j’en sentirai la fraîcheur à mes pieds.
je laisserai le vent baigner ma tête nue.
je ne parlerai pas, je ne penserai rien :
mais l’amour infini me montera dans l’âme,
et j’irai loin, bien loin, comme un bohémien,
par la Nature, - heureux comme avec une femme.
- - - - - -
mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
ayaklarımın altında nemli, serin kırlar;
başakları devşirip otları ezeceğim,
yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgâr.
ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu.

Arthur Rimbaud (çev.Erdogan Alkan)

Maviye iz süren den alıntıdır!

10 Kasım 2013 Pazar

10 KASIM

Mahruki'den mektup.



"Sana bu mektubu içim burkularak ve utanarak yazıyorum" sözleriyle başlayan Mahruki, mektubunda TSK'ya, Gezi olaylarına da atıfta bulunuyor. İşte çok tartışılacak o mektup..."Ey büyük ATA'm, Aramızdan ayrılışının 75. yılında, sana bu mektubu içim burkularak ve utanarak yazıyorum. Yanlış anlama, ben seni utandıracak bir şey hayatım boyunca yapmadım ve hiçbir zaman da yapmayacağım ama yine de en büyük eserini, birinci vazifemiz olarak bizden istediğin gibi de koruyamadım. Utancım yaptığım bir şeyden değil yapamadığım bize verdiğin birinci ve en büyük görevden. Gençliğe Hitabeyi kendimi bildim bileli büyük bir gurur, coşku ve aşkla okurum, hissederim, yaşarım ama utana - sıkıla söylüyorum ki, gereğini yapamadım, henüz hiçbirimiz yapamadık... Çok üzülerek sana söylemek zorundayım ki, bu acıklı günlerin asıl sorumlusu, Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali Subaylara ait olacaktır dediğin gibi, silah arkadaşların Subaylardır. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Subayları, hepsi asil, yiğit, fedakar, bilgili, kültürlü, adam gibi adam insanlar. Sahte kanıtlarla ve iftiralarla hapislere atılmalarına rağmen boyun eğmez, dimdik duruşlarına, Türk Subayına yaraşır kibarlıklarına ve beyefendiliklerine, askerliklerine bir sözüm yok. Ama içlerinde bir tane lider de yok. Türk Silahlı Kuvvetleri, Subaylara kahramanlığı, askerliği, emir komutayı, ölüme gülerek gitmeyi her şeyi çok iyi öğretmiş ama liderliği ne yazık ki öğretememiş. Koskoca Türk Silahlı Kuvvetleri'nde sana layık olabilecek lider vasıflı bir tek Subay bile yokmuş. Düşman, senin de uyardığın gibi, Cumhuriyeti bozmak, kazanımlarını elimizden almak ve bağımsızlığımızı ele geçirmek için, ilk önce Subaylarımızı hor görmüş ve aşağılamış, alçakça saldırılarına onların üzerinden başlamıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri'ni pasifize etmek ve onun yenilmez koruyucu kalkanının yokluğunda, Türkiye'mizi bölmek, dincileştirmek ve sömürgeleştirmek olan şeytani amaçlarına ulaşmak için, türlü türlü sahte kanıtlarla, gizli tanıklarla, iftiralarla, bütün dünyanın gözü önünde, bir çoğu 60 - 70 küsur yaşında olan, dünyanın en kaliteli, en yiğit, en fedakar insanları Türk Subaylarına, teröristmiş gibi gösterip ağır hapis cezaları vererek küçük düşürmekte ve aşağılamaktadırlar. Memlekete kelle koltukta onyıllarca hizmet etmiş kahraman Türk Subayı, kendi Vatanında, yıllardır düşman hukukuna maruz bırakılmasına rağmen, dışarıdaki silah arkadaşları tarihsel sorumluluklarını yerine getiremediler ve en büyük eserinin yıpratılmasını seyretmekten başka bir şey de yapamadılar. Sen ki, Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir. Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır, dediğin halde ve Ne Mutlu Türküm Diyene sözüyle bizleri birleştirdiğin halde, ülkede bugün yaşanan bu zulüm, Türklüklerinden utananlar ve Türk düşmanı vatansızlar tarafından yaşatılıyor hepimize. 1933'ten beri içimiz titreyerek, gözlerimiz dolarak gururla söylediğimiz, Türklüğümüzü haykırdığımız Andımız'ın da, Cumhuriyet'in 90. yılına günler kala yasaklandığını da söylemek zorundayım ne yazık ki. Senin en güzel sözlerinden; Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü de, fırsatını buldukça kaldırıyorlar yazıldığı yerlerden ve silmeye çalışıyorlar asil Milletimizin hafızasından. Hep aynı Türk düşmanı zihniyet tarafından... Ey büyük ATA'm, bunları söyleyerek seni üzmek istemezdim ama ne yazık ki ülkede bugün yaşanan durum bu. Yine de, her ne kadar Subaylar, onlara verdiğin vazifelerini yerine getirememiş olsalar da, Cumhuriyeti emanet ettiğin gençler, birinci vazifelerinin çok açık olarak farkındalarmış. 10 yıldır yaşadığımız bu Cumhuriyet düşmanı süreçte yaşananlar, gençlerin üzerinde herkesin tahmin ettiğinden daha büyük bir birikim yaratmış ve bir gün, bir yerde bu birikim patladı ve büyük bir kitle ayağa kalktı. Sen yine geleceği doğru okumuşsun ve en büyük eserini gençlere emanet ederek en doğrusunu yapmışsın. Bugün artık Lise öğrencileri, Üniversite öğrencileri ayağa kalkmış durumdalar ve kendi gelecekleri için, Cumhuriyet'in kazanımları için mücadeleyi başlattılar ve inan bana, hepsi muhtaç oldukları kudretin damarlarında dolaştığının farkındalar. Zor zamanlar yaşadık, Cumhuriyet'in bir çok önemli kazanımı alt üst edildi, demokrasimiz ve hukukumuz, demokrasi ve hukuktan başka bir şeye dönüştürüldü. Büyük haksızlıklar, ihanetler, yolsuzluklar ve insan hakları ihlalleri yapıldı, yapılıyor ama sonunda Türk Genci, kendi geleceğini güçlü ve becerikli ellerine almaya karar verdi. Sen Milletini çok iyi tanıdığın için bilirsin, oraya zor gelir ama, bu Millet bir kere gayrık yeter dedi mi, düşmanın kaçma zamanı gelmiş demektir. Bundan sonrası çok daha kolay olacaktır. Yaşamdaki en büyük öğretilerini senden almış olan bir Türk genci olarak, sana bir dahaki mektubumda çok daha güzel haberler vereceğime emin olabilirsin. Her geçen gün seni daha çok özlüyoruz ATA'm... Bizim için yaptığın her şey için sonsuz teşekkürlerimle


Nasuh Mahruki

7 Kasım 2013 Perşembe

YENİ BAŞLAYANLAR İÇİN 14 DERSTE FAŞİZM...


Restorasyon mu? Faşizm mi?
Siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt, 20. yüzyılın gördüğü en tipik faşist rejimleri (Hitler’in Almanya’sı, Mussolini’nin İtalya’sı, Franco’nun İspanya’sı, Suharto’nun Endonezya’sı, Pinochet’nin Şili’si) inceleyerek faşizmin 14 karakteristik özelliğini tespit etmiş.
Britt’in çok tartışılan, hatta Umberto Eco’nun bir yazısından fazlaca esinlendiği söylenen ünlü makalesi, ‘yeni başlayanlar için 14 derste faşizm’i anlatıyor:
1. Güçlü ve sürekli milliyetçilik: Faşist rejimler, sürekli olarak vatansever şiarlar, sloganlar, semboller, marşlar ve diğer ıvır zıvırı kullanma eğilimindedir.
2. İnsan haklarının aşağılanması ve hor görülmesi: Düşmandan korku ve güvenlik ihtiyacı nedeniyle, faşist rejim altındaki insanlar, ‘ihtiyaç’ gereği belirli durumlarda insan haklarının göz ardı edilebileceğine ikna edilirler. İnsanlar işkence, yargısız infaz, siyasal suikast, uzun süreli gözaltı gibi uygulamalara karşı başını başka tarafa çevirme, hatta bunları onaylama eğilimindedir.
3. Düşmanların/günah keçilerinin birleştirici bir neden olarak tanımlanması: Ülkenin güvenliğini ve bütünlüğünü tehdit eden düşmanın ortadan kaldırılması için insanlar histerik kalabalıklara katılıp sokaklara dökülür; Bu düşman tanımının içinde ırksal, etnik ya da dinsel azınlıklar, liberaller, komünistler, sosyalistler, teroristler, vs. vardır.
4. Ordunun ve militarizmin yüceltilmesi: Yaygın yerel sorunlar olduğunda bile, orduya hükümet bütçesinden aşırı miktarda pay verilir ve yerel gündemler göz ardı edilir. Askerler ve ordu hizmetleri alabildiğini yüceltilir.
5. Cinsel ayrımcılığın şahlanışı:Faşist ulusların hükümetleri, neredeyse tamamen erkek-egemen olma eğilimindedir. Faşist rejimlerde, geleneksel cinsiyet rolleri daha katı hale getirilmiştir. Kürtaj karşıtlığı ve homofobi had safhadadır.
6. Kitle iletişim araçlarının kontrol altına alınması: Kimi zaman medya hükümet tarafından doğrudan kontrol edilirken, diğer durumlarda dolaylı olarak diğer genelgeler, mevzuatlar, sempatik medya temsilcileri ya da yöneticileri tarafından kontrol edilir. Sansür, özellikle savaş dönemlerinde oldukça yaygındır.
7. Ulusal güvenlik takıntısı: “Korku” hükümet tarafından, kitleler üzerinde harekete geçirici bir araç olarak kullanılır.
8. Din ve yönetimin içiçe geçmesi: Faşist ulus hükümetleri, ulus içindeki en yaygın dini, kamuoyunu manipüle etmek için bir araç olarak kullanır. Dini retorik ve terminoloji, dinin ana doktrinlerinin hükümet politikalarına veya eylemlerine tamamen karşıt olduğu durumlarda dahi, hükümet liderleri tarafından yaygın olarak kullanılır.
9. Özel sermayenin gücünün korunması: Faşist uluslardaki sanayi ve iş aristokrasisi, sıklıkla hükümet liderlerini iktidara getirenlerdir. Bunu hükümetle iş dünyası arasında karşılıklı çıkara dayalı bir ilişki tesis ederek ve belli bir iktidar eliti yaratarak yapar.
10. Emek gücünün baskı altına alınması: Faşist hükümete karşı tek gerçek tehdit emeğin örgütlü gücü olduğundan, işçi sendikaları ya tamamen saf dışı edilir ya da şiddetle baskı altına alınır.
11. Aydınların ve sanatın küçümsenmesi: Faşist uluslar, yüksek öğrenim ve akademiye karşı açık bir düşmanlığı körükler ve teşvik eder. Profesörlerin ve diğer akademisyenlerin sansüre uğraması, hatta tutuklanması yaygındır. Sanatta ifade özgürlüğü açıkça saldırı altındadır ve hükümetler genellikle sanata bütçe ayırmayı reddeder.
12. Suç ve cezalandırma ile baskı altına alma: Faşist rejimlerde, polislere kanunları zorla uygulamaları için neredeyse sınırsız bir yetki verilir. İnsanlar genellikle, polisin suistimallerine göz yummaya ve hatta vatanseverlik adına sivil özgürlüklerden feragat etmeye razı olur. Faşist uluslarda, sınırsız güce sahip ulusal bir polis kuvveti vardır.
13. Adam kayırma ve yozlaşmada sınır tanımama: Faşist rejimler neredeyse her zaman, yönetim kadrolarına birbirini atayarak hükümetin güç ve otoritesini onları hesap vermekten korumak için kullanan bir grup ahbap ile müttefikleri tarafından yönetilir. Ulusal kaynakların ve hatta hazinenin tahsisi ya da bunların hükümet liderleri tarafından açık bir şekilde gaspı, faşist rejimlerde rastlanmayan bir olgu değildir.
14. Hileli seçimler: Faşist uluslardaki seçimler bazen tamamen göz boyama amaçlı yapılır. Diğer zamanlarda ise seçimler, çamur atma kampanyaları, hatta muhalefet adaylarının öldürülmesi, seçmen oylarının ve seçim bölgelerinin kontrolü için yasama kurumlarının alet edilmesi ve medya manipülasyonu gölgesinde yapılır. Faşist uluslar, tipik olarak kendi yargı sistemini seçimleri manipüle ya da kontrol etmek için kullanır.
* Bu yazı siyaset bilimci Dr. Lawrence Britt’in Free Inquiry dergisinin bahar 2003 tarihli 23/2 sayısında yayınlanan makalesinden kısaltılarak çevrildi. (bianet)

Kızlı Erkekli Kalınan Evler Üzerine


Benim beş yıllık bir üniversite hayatım oldu. İstanbul'da ailemden uzak başladığım bu serüvende pek çok yeni arkadaş tanıyıp, pek çok yeni ortamlara girdim. Hemen hemen her türlü şeyi gördüm, iyisiyle kötüsüyle. Kendi başımın çaresine bakmayı, kötüyle iyiyi ayırt edebilmeyi başarabildim. Babam beni yurda kaydettirirken, akşamları kontrol etmemizi ister misiniz diyen yurt müdürüne (örneğin 22.00den sonra yurtta olsun gibi) benim kızım kaçta ne yapacağına kendi karar verebilecek yaşta, gerek yok cevabını verdi. Bu dönemde küçük bir şehirden kocaman bir şehre geçiş yapan benim için işler biraz karışıktı ama her aklı başında genç gibi ben de hayatımı kurgulayabilme yeteneğimi çalıştırdım ve özlemle, mutlulukla andığım yıllar bıraktım geride. Okulda ilk tanıştıklarım kız arkadaşlarımdı. Sonra çevrem genişledi. Kızlı erkekli bir sürü arkadaşım oldu. Yedik, içtik, gezdik, tozduk, çalıştık çok eğlendik. Kızlı erkekli evlerde de kaldım. Kişi kendinden bilir işi diyeceğim ama bir yandan da bastırılmış cinsellik güdüleri olduklarından şüphelenmiyor değilim. Benim en yakın arkadaşlarım arasında erkekler de vardı. Hatta en yakını bir erkek diyebilirim. Bir erkekle bir kadının arkadaşlığı, dostluğu, hemcinslerle kurulandan çok daha değerlidir. Empati yeteneğiniz gelişir, karşı cinsi daha iyi anlarsınız, hele bir de doğru insanlarla kurarsanız bu dostluğu, sağlam sırdaştır erkekler bence. Kadınlarla kıyas kabul etmem. Sizi kadınsal özelliklerinizden ötürü kıskanmazlar, kendilerini yarıştırmazlar, sohbetler keyiflidir. Nitekim kızlı erkekli kaldığım evlerde, boşbakanın dediği gibi seks partileri olmuyordu. Ha bunlar yok mudur vardır, kimse de karışamaz, ama bütün gençleri, kadınlı erkekli suçlayacak türde bir tehlike yok. Genel için konuşursam ne oluyor bu evlerde; yemek yenir mesela, genelde yemek pişirilmez, sipariş edilir en fazla makarna pişirilebilir, maddi duruma göre değişir bu, bira içilir, sohbet edilir, müzik yapılır, müzik dinlenir, proje yetiştirilir, batak oynanır, bol kahkahalı, bazen dertleşilen, bazen oyun oynanan, bazen çalışılan ama hayatlarımızın en güzel anlarını geçirdiğimiz dönemlerdir bunlar. Uyku çöker sıçtın mavisine doğru, herkes bir kenarda sızar, yatak döşek aranmaz, nevresimle uğraşılmaz, mümkün olan yataklar veya rahat kanepeler kızlara verilir, yerler bile birkaç saat kestirmek için uygundur, sabah kahvaltı edilmez, apar topar ya okula yetişilir, ya da birer kahve alıp sohbete devam eder ahali. Sevgiliyle de kalınır evde, bir kadınla bir erkeğin birbirini sevmesi, dokunması, birbirini keşfetmesi olmazsa sorunlu bir gençlik çıkar esas. Bunlar unutulmaz anılardır, yöneticilerin düşünmesi gereken kızlı erkekli evlerde neler olduğu değil, bu kızların ve erkeklerin kendilerini yönetebilecek eğitimi alabilmeleri için ülkenin eğitim seviyesini yükseltmeye çabalamak olmalıdır, ailelerin bilinçlenmesi, çocuklarını iyi yetiştirebilmesi, iyiyle kötüyü ayırt edebilen bir nesil yaratabilmesi, kızlı erkekli evlerde neler olduğundan çok daha mühimdir. Bu başarılabilirse, bu evlerde olanlarla ilgili de kimse kafasını yormaz. Bırakalım artık bu yobaz zihniyetin gerici politikalarını dinlemeyi, zaman ilerleme zamanı...

Elif Çelik Arısal

6 Kasım 2013 Çarşamba

İŞTE TAYYİP ERDOĞAN'IN KIZLARININ ABD'DEKİ HAYATI




Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bugün muhafazakarlık düğümünü daha da sıktı. Kadın ve erkek öğrencilerin birlikte kaldığı evlerin potansiyel ahlaksızlık ve anarşi yuvası olduğunu ima etti. Muhafazakar demokratlar olarak buna müdahil olacaklarını, ama nasıl oluyorsa bunun müdahale olarak algılanmaması gerektiğini söyledi. Dahası, önce “valisine” talimat vermişken şimdi de öğrencilerin komşularını açıkça muhbirliğe çağırdı.

O koltukta muhafazakar demokratların değil, bütün toplumun başbakanı olarak oturduğunu Erdoğan'a söylemek artık anlamsız. O, bu memleketin yüzde 50'sini artık kendi halkı olarak bile görmediğini belli ediyor.

Ama bu açıklamaların başka bir boyutu var: Başka insanların özel yaşamlarına bazen imalı, bazen doğrudan suçlamalarla “müdahil olan” Başbakan Erdoğan, ister istemez aslında kendi ailesini de toplumsal gündemin ortasına atmış oluyor. Nitekim, sosyal medyada Başbakan Erdoğan'ın kızları Esra ile Sümeyye Erdoğan hakkında tartışmalar almış yürümüş durumda.

ESRA VE SÜMEYYE "KIZLI ERKEKLİ ÜNİVERSİTELERDE OKUDU

Öyle ya, Esra ve Sümeyye Erdoğan, üniversiteyi ABD'de Indiana Üniversitesi'nde okumuşlardı. Bunlardan Sümeyye Erdoğan yüksek lisansını da Londra'da London School of Economics'te yapmıştı. Esra Erdoğan'ın ise California Üniversitesi'nde lisansüstü eğitim aldığı biliniyor.

Bu üç üniversite de, Batı akademilerinin “kızlı erkekli” sosyal yaşamı en canlı yerleri olmakla ünlüdür. Indiana Üniversitesi, mensuplarının deyişiyle “Indie”, party #1, partilerde 1 numara olarak anılıyor. Yıl içinde, bazıları bir hafta boyunca süren, alkollüler de dahil türlü eğlencelerin yer aldığı beş kampüs partisi artık okul geleneği olmuş durumda.

Dahası, Batı'nın pek çok üniversitesinde olduğu gibi, Sümeyye ile Esra Erdoğan'ın okuduğu Indiana Üniversitesi'nde de “coed housing”, karma barınma prensibi uygulanıyor. Üstelik, karma yurtlara ek olarak, bu yıl üniversite “gender-neutral dorms”, cinsiyet ayrımı gözetmeyen yurt tipine geçmiş durumda. Buna göre isteyen öğrenciler, kadın erkek fark etmeden aynı odayı paylaşabiliyorlar. Üniversite yönetiminden Barry Magee, “Kendini erkek, kadın, cinsiyetsiz, queer veya eşcinsel ya da nasıl isterse öyle tanımlayan pek çok insanı kabul ediyoruz,” diyerek uygulamayı anlatıyor. Gene üniversite radyosunda bir kız öğrenci, “İnsanların cinsiyetleriyle sınırlı olmaması, arkadaşlarıyla istedikleri gibi takılabilmeleri çok güzel” diyerek uygulamayı onayladığını ekliyor.

Burası, Sümeyye ile Esra Erdoğan'ın üniversite yaşamlarını geçirdikleri okul. Yüksek lisansta gittikleri Kaliforniya ile Londra'nın şehir merkezindeki ve ünlü üniversitelerindeki sosyal yaşamı burada ayrıntılarıyla anlatmaya gerek yok sanıyoruz.

KİMSEYİ İLGİLENDİRMEZ AMA...

Eminiz, Sümeyye ile Esra Erdoğan, “babalarına layık” bir üniversite yaşamı sürmüşlerdir. Ama bundan önemlisi, ABD'de nasıl yaşadıkları kimseyi ilgilendirmez, tıpkı kimsenin yaşamının Tayyip Erdoğan'ı da valisini de muhbirliğe çağırdığı komşuları da ilgilendirmediği gibi.

Ama insan şu soruyu sormadan edemiyor: Acaba Tayyip Erdoğan, kızlarını gönderdiği üniversitenin bu “fazla özgür” sosyal yaşamına da karışmaya yeltenmiş midir? Yoksa bunun haddini aşmak olduğunu bilip imaya bile cüret edememiş midir? Öyleyse, kendi kızlarına böyle alabildiğine özgür bir sosyal ortamdan beslenmiş, bununla hep övünmüş bir üniversiteyi layık gören Tayyip Erdoğan, neden iş Türkiye'ye ve “başkasının kızlarına” gelince haddini aşıp ahlak polisi kesiliyor? Muhafazakarlığın yalnızca bu ülkenin sıradan yurttaşlarına layık görülen bir esaret zinciri olduğunu söyleyenler haklı belki de.

Barış Zeren - Odatv.com

31 Ekim 2013 Perşembe

Türban Meclise Girdi.


AKP'nin Sünni kadınların tercih ettiği ve siyasi bir sembol (siyasal İslamın sembolü) olmuş bir örtünme biçimini,dayatmasını ayrımcılık olarak görüyor ve kınıyorum.
Amaç saçını göstermemek,dini emri yerine getirmekse,bunun ayrımcılık içermeyen yolları da var.Tak peruğu gir kim ne diyecek.Amaç dini vecibeyi yerine getirmek değil,siyasi sembollerini meclise sokmak.Yarın din adamı bir millet vekili sarıkla,Hristiyan bir millet vekili haç la,Musevi bir milletvekili kipa takarak,Budist olan turuncu entarisiyle girmeye kalkarsa ne olacak?.Allah fesatlıkla meşgul olana fırsat vermesin,her şey olabilir.

29 Ekim 2013 Salı

BACHA BAZİ









 




malûm islamda zina günahtır- ama erkekle erkeğin cinsel ilişkisi, livata vs. ölümcül suçlardandır. ancak yıllardır afganistanda devam eden ve islami rejim ve sözde dünyanın en sıkı şeriatının uygulanmasına rağmen şu anda da hızından hiç bir şey kaybetmemiş olan iğrenç bir düzen hüküm sürmektedir- fakir ailelerin erkek çocukları 5-6-7 yaşlarında ailerinden -sözde aileler çocuklarına ne olacağını bilmemektedir- satın alınır ve köçeklikten cinsel oyuncaklığa kadar suistimal edilirler. buna livata- anal seks- de dahildir. bazen bir zengin bölgesel lider (warlord) , kendi "oyuncağını"  diğer lidere armağan mahiyetinde peşkeş çeker... çocuklar artık ufaktan kıllanmaya başladıktan sonra ise, "sahip"lerinden birisinin genelde dul ve yaşlı kadın akraba veya hısmı ile evlendirilirler...

sizlere bu hususta fazla bir şey söylemek istemiyorum- çünkü cidden mide bulandıran rezalet. din adına islam adına afganistan'da el kaide ve alt grupları ile suriye'de el nusra ve diğer özgür suriye ordusu yamyamlarının bizlere kabûl ettirmek istedikleri ahlaki norm budur.  bunu aleni yaparken de hiç utanma sıkılma yoksa- vay halimize... sözde bize örnek olacaklar, sözde onları örnek kabûl etmemizi istiyorlar... altta bu konuda yeterince yazı ve görsel materyal var. mideniz bulanmadan izleyiniz...

http://www.martinvonkrogh.com/portfolio/bacha-bazi/

http://www.youtube.com/watch?v=aaMOrqoMaw0&list=TL0R4FCjZf4cFTp6y7o7CbksvpoYttxR-7

http://www.youtube.com/watch?v=XaJpcbYFkKk&list=TL0R4FCjZf4cFTp6y7o7CbksvpoYttxR-7

http://www.youtube.com/watch?v=apzcJgNm2yQ&list=TL0R4FCjZf4cFTp6y7o7CbksvpoYttxR-7

http://www.youtube.com/watch?v=KXlwBt62r_g

http://en.wikipedia.org/wiki/Bacha_bazi

19 Ekim 2013 Cumartesi

Üçüncü Şahısın Şiiri - The Poem Of The Third Person

The Poem Of The Third Person

When your eyes touched upon mine
My calamity it was, I would weep
Not that I had your love -- I knew that
You had a lover -- I kept hearing so
A young squirt, skinny thin like a stick
He was a no-good, that's what I thought
If at any time I should have him before my eyes
I would kill him -- that, I feared;
My calamity it would be, I would weep

Every time I walked through Maçka
There would be ships and ships by the quay
Trees would giggle like a bird would
A breeze would seize and bind my mind
Silently you would light your cigarette
Burn my fingertips as you lit your cigarette
Looking through your lashes, sideways you would peep
I would feel the chill, shivers running through me inside
My calamity it would be, I would weep

The evenings ended like any novella would
Jezabel would lie there smudged in blood
A ship would set sail leaving the harbour
You would straighten up and go to him
You would go dejectedly, with countenance downcast
You would stay till daybreak through the night
He was a no-good, that was what I thought
When he laughed it was as stiff as that of a corpse
And when he took you in his arms, on top of all else
I would weep, my calamity that was

Attila İlhan


Gözlerin gözlerime değince 
Felaketim olurdu, ağlardım 
Beni sevmiyordun, bilirdim 
Bir sevdiğin vardı, duyardım 
Ne vakit karşımda görsem 
Öldüreceğimden korkardım 
Felaketim olurdu, ağlardım 

Ne vakit Maçka'dan geçsem 
Limanda hep gemiler olurdu 
Ağaçlar kuş gibi gülerdi 
Bir rüzgâr aklımı alırdı 
Sessizce bir cigara yakardın 
Parmaklarımın ucunu yakardın 
Kirpiklerini eğerdin, bakardın 
Üşürdüm, içim ürperirdi 
Felaketim olurdu, ağlardım 

Akşamlar bir roman gibi biterdi 
Jezabel kan içinde yatardı 
Limandan bir gemi giderdi 
Sen kalkıp ona giderdin 
Benzin mum gibi giderdin 
Sabaha kadar kalırdın 
Hayırsızın biriydi fikrimce 
Güldü mü cenazeye benzerdi 
Hele seni kollarına aldı mı 
Felaketim olurdu, ağlardım 

papağan balığı yavruları



18 EKİM 2013 CUMA GECESİ ODTÜ YERLEŞKESİNE YAPILAN MÜDAHALE İLE İLGİLİ REKTÖRLÜK AÇIKLAMASI



 Ankara Büyükşehir Belediyesi ekiplerinin 18 Ekim 2013 Cuma günü gece saatlerinde habersiz ve izinsiz olarak yerleşkemize girmesi ile başlayan süreçle ilgili olarak mensuplarımızdan, basın organlarından ve kamuoyundan gelen bilgilendirilme talepleri nedeniyle aşağıdaki açıklamanın yapılması gerekli görülmüştür. ODTÜ Koruma Amaçlı İmar Planı’nın Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandığı, 2 Ekim 2013 tarihli Bakanlık faksıyla ilgili kurumlara bildirilmiştir. Ancak, faks yazısı ekinde olması gereken onaylı Planlar, Üniversitemize 11 Ekim 2013 Cuma günü teslim edilmiştir. Basına yansıyan açıklamaların aksine, onay aşamasında Bakanlık tarafından ODTÜ’nün önerdiği planda bazı değişiklikler yapıldığı görülmektedir. Plan 4 Ekim 2013 tarihinde askıya çıktığından, ODTÜ’nün itirazları bir aylık sürenin sonu olan 4 Kasım 2013 tarihine kadar Bakanlığa iletilecektir. 11 Ekim 2013 Cuma günü Bakanlık, Belediye ve Devlet yetkilileri ile görüşülerek plan kararlarına itirazlarımızın olacağı, itiraz süresi içinde geriye dönüşü mümkün olmayan herhangi bir işlemin yapılmaması gerektiği özellikle vurgulanmıştır. Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) Fen İşleri Daire Başkan Vekili ile İmar ve Şehircilik Daire Başkanı da Üniversite ile görüşme yapılmadan bir işlem başlatmayacaklarını ifade etmişlerdir. Yasal askı ve itiraz süreçleri tamamlanmadan herhangi bir işleme onayımızın olmadığı ABB’ye aynı gün yazı ile de bildirilmiştir. Bu görüşme ve yazışmalara rağmen, askı ve itiraz sürelerinin dolması beklenmeksizin, 18 Ekim 2013 Cuma günü ani bir gece operasyonu yapılmıştır. ABB’ye ait inşaat makinaları, inşaat ekipleri ile çok sayıda Belediye personeli, 18 Ekim 2013 Cuma gecesi saat 21.15 civarında izin almadan ve yerleşke çitlerini yıkarak 100. Yıl Semti Öğretmenler Bulvarı bölgesinden Üniversite arazisine girmiştir. Üniversitede görev yapan özel güvenlik yetkilileri Üniversite arazisine izinsiz olarak giriş yapılamayacağı yönünde ekipleri uyarmışlar ve engellemeye çalışmışlardır. Ancak çok sayıda kamyon, inşaat makinası ve Belediye personelinin izinsiz olarak yerleşkeye girmesi engellenememiştir. İzinsiz olarak yerleşkeye girildiği ve yasadışı bir şekilde ODTÜ’nün mülkiyetinde bulunan ağaçların kaldırıldığı 10 Nisan Polis Merkezi’ne bir kaç kez telefonla bildirilmiş; inşaatın ve ağaç kaldırma işleminin engellenmesi için yazılı olarak da başvurulmuştur. Ancak, Polis Merkezi yetkilileri bir önlem almamış ve yazılı başvuruyu da kabul etmemiştir. Yapılan müdahalenin yasal olmadığı eş zamanlı olarak Belediye İnşaat Ekip Şefine de bildirilmiş, bu kişinin de yazılı tebligatı almayı reddettiği tutanak altına alınmıştır. ABB ekiplerinin faaliyetlerinin durdurulması için Ankara Valiliğine, İl Emniyet Müdürlüğüne ve ABB Başkanlığına yazılı olarak başvurulmuştur. Ayrıca Ankara Valisi ile telefonda görüşülerek durum aktarılmış ve yapılan müdahalenin sona erdirilmesi istenmiştir. Ancak, Belediye ekiplerinin faaliyetleri sabah 06.30’a kadar sürmüştür. 19 Ekim 2013 sabahı yapılan incelemede ODTÜ arazisi içinde kalan güzergahın tamamıyla açıldığı ve güzergah üzerindeki tüm ağaçların kaldırıldığı tespit edilmiştir. Nakledilmesi gereken 600’den fazla çam ağacının da içinde bulunduğu yaklaşık 3.000 ağacın ne şekilde kaldırıldığı konusunda tarafımıza bilgi verilmemiştir. Ancak, bir gecede 600 ağacın nakledilmesi mümkün değildir. Üniversitemiz, Anadolu Bulvarının devamı olan yol konusunun yasal ve meşru zeminde çözümü için katkı sağlamış ve bu yönde iyi niyetle hareket etmiştir. Buna karşılık, Koruma Amaçlı İmar Planına ilişkin yasal sürecin tamamlanmasına izin vermeden ODTÜ arazisine gece saatlerinde bir baskın şeklinde girilmiş, meşru olmayan fiili bir müdahale ile inşaat başlatılmış ve mülkiyeti Üniversiteye ait olan ağaçlar yasal süreç izlenmeksizin kaldırılmıştır. Üniversitemiz, bilgisi ve izni olmaksızın yapılan bu müdahale ile ilgili gerekli tüm yasal girişimlerde bulunacaktır. Üniversite olarak, iyi niyet ve sorumlu kamu yönetimi anlayışı ile bağdaşmayan bu tutumu kabul edilemez olarak görüyor ve şiddetle kınıyoruz. http://www.metu.edu.tr/tr/18-ekim-2013-odtu-yerleskesine-yapilan-mudahale-ile-ilgili-rektorluk-aciklamasi

16 Ekim 2013 Çarşamba

Bir Ekonomik Tetikçinin İtirafları



Sene 2005 Türkiye ile bir alâkası olmayan John Perkins kitabında anlatıyor; "Kendi otomobilini üretemeyen ülkeye borç verip otobanlar yaptırırız. Sonra onlaraarabalarımızı satarız. Sonra bankalarını satın alırız. O bankalardan halka ucuz krediler verip daha çok araba almalarını sağlarız. Böylece verdiğimiz o krediyi arabamızı satarak geri alırız, hem de faiziyle. O ülkeye dünya bankası ya da kardeş kurumlardan kredi ayarlarız. Ayarlanan kredi "ASLA" o ülkenin hazinesine gitmez. O ülkede ‘proje‘ yapan bizim şirketlerimizin kasasına girer. Enerji santralleri, sanayi alanları, limanlar, dev havayolları yapılır. Aslında insanların işine yaramayan bir yığın beton. Bizim şirketlerimiz kazanır o ülkedeki birileri de nemalandırılır. Toplum bu düzenekten hiçbirşey kazanmaz. Ama ülke büyük bir borcun altına sokulmuş olur. Bu o kadar büyük bir borçtur ki ödenmesi imkansızdır. Plan böyle işler. Sonunda ekonomik danışmanlar/tetikçiler olarak gider onlara deriz ki; "Bize büyük borcunuz var ödeyemiyorsunuz. O zaman petrolünüzü satın, doğal gazınızı bize verin, askeri üslerimize yer gösterin, askerlerinizi birliklerimize destek olmaları için savaştığımız bölgelere gönderin, Birleşmiş Millletler de bizim için oy verin! Elektrik su kanalizasyon sistemlerinizi özelleştirin! Onları Amerikan şirketlerine ya da diğer çok uluslu şirketlere satın..." Sosyal hizmetleri, teknik sistemleri, eğitim kurumlarını, sağlık kurumlarını hatta adli sistemleri ele geçiririz. Bu, ikili, üçlü, dörtlü bir darbeler serisidir." 

John Perkins

13 Ekim 2013 Pazar

Asıl Adalet


İnsanlarda tek sıcak kanun,
üzümden şarap yapmaları,
kömürden ateş yapmaları,
öpücüklerden insan yapmalarıdır.

İnsanlarda tek zorlu kanun,
savaşlara, yoksulluğa karşı
kendilerini ayakta tutmaları,
ölüme karşı yaşamalarıdır.

İnsanlarda tek güzel kanun,
suyu ışık yapmaları,
düşü gerçek yapmaları,
düşmanı kardeş yapmalarıdır.

Hep var olan kanunlardır bunlar,
bir çocukcağzın tâ yüreğinden başlar,
yayılır, genişler, uzar gider
t"a akla kadar.

                                           Paul Eluard

Mavi ye iz süren den alındı...

ASM : Crystallize - Lindsey Stirling (Dubstep Violin Ori...

ASM : Crystallize - Lindsey Stirling (Dubstep Violin Ori...

http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=aHjpOzsQ9YI

PAZARLAMA DEYİNCE...



Bir profesör, yüksek lisans öğrencilerine pazarlama kavramlarını anlatıyordu:
1. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına giderek
"Çok zenginim. Evlen benimle!" dediniz. Bu, doğrudan ,pazarlamadır.

2. Bir grup arkadaşınızla katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Arkadaşlarınızdan biri kızın yanına gitti ve sizi işaret ederek kıza
"O çok zengin. Evlen onunla!" dedi. Bu, reklamdır.

3. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz ve yanına gidip telefon numarasını aldınız. Ertesi gün arayıp "Çok zenginim. Evlen benimle!" dediniz. Bu, tele-pazarlamadır.

4. Katıldığınız partide büyüleyici bir kız gördünüz. Kalkıp kravatınızı düzelttiniz, ona doğru yürüyüp içkisini tazelediniz, arabanın kapısını açtınız, çantasını düşürünce eğilip aldınız, küçük bir gezinti teklif ettiniz ve sonra "Bu arada ben çok zenginim. Benimle evlenir misin?" dediniz. Bu, halkla ilişkilerdir.

5. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanınıza geldi ve
"Duyduğuma göre çok zenginmişsiniz. Benimle evlenir misiniz?" dedi. Bu, marka bilinirliğidir.

6. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp
"Ben çok zenginim. Evlen benimle!" dediniz. Suratınıza okkalı bir tokat yapıştırdı. Bu, müşteri geri bildirimidir.

7. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp "Ben çok zenginim. Evlen benimle!" dediniz. O da sizi kocasıyla tanıştırdı. Bu, arz-talep uyuşmazlığıdır.

8. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaştınız, ama siz bir şeyler söyleyemeden önce biri gelip ona "Ben çok zenginim. Benimle evlenir misin?" dedi ve kız onunla gitti.
Bu, sizin pazar payınıza göz koyan rekabettir.

9. Katıldığınız bir partide büyüleyici bir kız gördünüz. Yanına yaklaşıp "Ben çok zenginim, evlen benimle!" diyecekken karınız geldi. Bu, yeni pazarlara girememektir.


Yıldıray KAYA nın Facebook sayfasından alıntıdır.

12 Ekim 2013 Cumartesi

Sayın Başbakan, bilim karşısında haddinizi biliniz!



Sayın Başbakan, partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndeki bir grup toplantısında bir kitabı göstererek şunları söylemiş: “Kitabın beşinci sayfasında bir resim var. Raflarda yüzlerce kafatası var. İncelenmiş ya da incelenmeyi bekliyor. Tabii bu kafataslarından öyle ilginç bir sıralama yapmışlar ki. Türk Kafasının Zaviyesi Üzerine İncelemeler. Şimdi soruyorum bizim millet tasavvurumuz bu olabilir mi? Türk Antropoloji Enstitüsü’nün tarihinde 2 önemli vesika olarak geçer. Reis-i Cumhur olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa var. İstanbul Darülfünun doktoruna teşekkür var. Şimdi soruyorum: Bu insani midir? Vicdani midir? Bunun bizim ruh dünyamızda, inanç dünyamızda yeri olabilir mi?”
Sayın Başbakan’ın, her uygar insanın tüylerini diken diken edecek bir bilgisizlik düzeyi sergilediği için, bu sözlerine dokunmadan geçmeyi bilim insanı kimliğime ihanet sayarım:
Sayın Başbakan’ın Meclis grup toplantısında kaldırıp gösterdiği kitap, Ord. Prof. Şevket Aziz Kansu tarafından kaleme alınmış olan Türk Antropoloji Enstitüsü Tarihçesi (Historique de l’Institut Turc d’Antropologie) adlı eser olup Uluslararası 18. Antropoloji ve Prehistorik Arkeoloji kongresi için hazırlanmıştır. Sayın Başbakan’ın bahsettiği 5. sahifedeki resim “Türk Antropoloji Enstitüsü’nün 1933-1934 yıllarında İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nde bulunduğu zaman enstitünün laboratuvar ve koleksiyonlarından bir kısmı” altyazısı ile resimler, inceleme araçları, maddeler arasında bir de resmi çekenin karşısındaki duvardaki raflara sıralanmış bir kafatası koleksiyonunu göstermektedir. Bu kafatası koleksiyonunun dizilişi hakkında kitapta hiçbir bilgi yoktur ve Başbakan’ın dediği “tabii bu kafataslarından öyle ilginç bir sıralama yapmışlar ki” sözüne kitapta herhangi bir dayanak bulmak mümkün değildir. 
Aynı koleksiyonun 1925-1932 yıllarında Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ndeyken bulunduğu yer de aynı kitabın 3 numaralı fotoğrafik levhasında gösterilmiştir. Burada da herhangi bir sıralama bilgisi yoktur. YANİ SAYIN BAŞBAKAN SIRALAMAYI KENDİSİ UYDURMUŞTUR! (Kafatasları kuşkusuz bilimsel bir şekilde tasnif edilmişti. Ama bunun hangi temele dayandığı Başbakan’ın havada salladığı kitapta yoktur! Nasıl olduğunu merak ediyorsa, gelsin anlatalım, belki biraz antropoloji öğrenir. Pek bayatlamış olmakla beraber şuradan da faydalı bilgi alabilir: Kansu, Ş. A., 1938, Antropoloji Dersleri I Beşer Paleontolojisi ve Prehistorya Malûmatı: Devlet Basımevi, İstanbul, XXV+189 ss.+135 şekil ve fotoğraf levhası)
Sayın Başbakan’ın beğenemediği fiziksel antropoloji bilimi, omurgalı paleontolojisi ile tıp bilimleri arasında bir köprü oluşturan bir bilim dalıdır ve insan evriminin en kıymetli verilerini bulmuş ve bulmaya da devam etmekte olan çalışmaları içerir (Sayın Başbakan Paris’e bir gittiğinde Doğa Tarihi Müzesi’ne ve İnsan Müzesi’ne bir uğrayıversin). Başbakan diyor ki: “Bunun bizim ruh dünyamızda, inanç dünyamızda yeri olabilir mi?” Bu sorunun cevabı Sayın Başbakan’ı ilgilendirir demek geliyor insanın içinden, ama kendisi “bu” ile kastettiği fiziksel antropoloji biliminin ne olduğundan o kadar habersiz ki, bunu bir Başbakan söyleyince insan dehşete düşüyor.
O vesikalarda ne yazıyor?
Ayrıca diyor ki: “Türk Antropoloji Enstitüsü’nün tarihinde 2 önemli vesika olarak geçer. Reis-i Cumhur olarak Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa var. İstanbul Darülfünun doktoruna teşekkür var. Şimdi soruyorum: Bu insani midir? Vicdani midir?” Şimdi bakalım o vesikalarda neler yazıyor:
Önce Atatürk’ün mesajı (Ankara, 17 Kasım 1341):
İstanbul Darülfünun Emini Dr. Nurettin Beyefendi’ye
14 Teşrinisani 341 tarihli mektubunuzla irsal buyurulan (gönderilen) Antropoloji müessesesinin ilk eserini memnuniyetle aldım. Türk’ü ve Türk heyeti içtimaiyesini (toplumunu) tetkik gayesini istihdaf eden müesseseye kıymetli mesaisinde muvaffakiyet temenni ederim Efendim.
Reisicumhur Gazi M. Kemal.
Burada Atatürk, üniversite rektörüne, Antropoloji Enstitüsü’nün Türk insanını ve Türk toplumunu inceleyen çalışmaları için teşekkürlerini iletiyor. Atatürk’ün “Türk” tanımı hepimizin bildiği bir ifadedir: “Kurtuluş Savaşı’nı kazanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk denir.” Atatürk bir de Avrupalıların Türkleri sarı ırktan sayan bazı iddialarının da doğru olmadığı kanaatindeydi ki, burada da bilimsel olarak haklıydı. Sayın Başbakan bunu inkâr mı etmektedir?
Gelelim İsmet Paşa imzalı belgeye:
Azizim Nurettin Beyefendi,
Muhterem müderrislerimizin (yani profesörlerimizin) himmetlerile teşekkül eden Türk Antropoloji müessesesinin neşrine muvaffak olduğu eseri memnuniyetle aldım: Darülfünunumuzun bu sahadaki mesaisile dahi pek kıymettar bir hizmet ifa edeceğinden ümitvarım. Temennii muvaffakiyet ederim Efendim.
İsmet.
Şimdi Sayın Başbakan tüm halkımıza bir açıklama borçludur: Burada vicdana, insanlığa sığmayan ne vardır? Kendisi, millet nasılsa bilmez, kontrol etmez inancıyla hiç sıkılmadan Atatürk ve İsmet İnönü’nün bilimsel çalışmaları desteklemelerine saldırarak kendilerini milletin gözünde küçük düşürmeye mi çalışmaktadır? 
Hemen söyleyeyim: Bunu beceremez, zira karşısında okumuş yazmış insanlar da vardır. Bizler neyin ne olduğunu ya biliriz, bilmezsek de araştırıp buluruz. Kendisi diyor ki, “Ben imam hatipli olduğum için bana yarasa dediler. Millet de o yarasayı başbakan yaptı.” Yukarıdaki ifadeleri ne yazık ki, mezun olmakla iftihar ettiği imam hatip okulları için hiç de iyi bir reklam olmamış, bu okulların eğitimimizde yeri olmamasını savunanları haklı çıkarmıştır: Öyle ya, bir lise mezunu nasıl bu kadar bilgisiz kalmış olabilir? 
Kendisine tavsiyem, büyük İsviçreli antropolog Eugène Pittard’ın (1867-1962) saygın uluslararası bilimsel bir dergi olan Revue Anthropologique’de Atatürk hakkında yayımladığı makaleyi birisine tercüme ettirip okusun (Pittard, E., 1939, Un chef d’état, animateur de l’anthropologie et de la préhistoire: Kemal Atatürk: Revue Anthro pologique, 49me année, No.1-3, ss.1-12). O zaman belki de ettiği laflardan pişmanlık duyar, Atatürk’ün, İsmet Paşa’nın ve Şevket Aziz Kansu’nun aziz hatıralarından ve milletinden özür diler ve sıkılır ve bir daha bilim hakkında böyle ipe sapa gelmez sözler etmekten imtina eder. Bilimkurgu da yazan Amerikalı yazar Harlan Ellison’un şu sözleri de kulağına küpe olsun: “Her fikri savunmaya hakkın yoktur. Bilgi temelli fikri savunmaya hakkın vardır. Kimse cahil kalma hakkına sahip değildir.”

Prof. Dr. Celal Şengör

İKİ YAMPİRİ BILDIRCIN



Hayır aldanmıyorum yerim senin yanında barışsa barışına yok kavgaysa kavgana katılıyorum vurup yumruğumu faşizmin böğrüne Köprüler mi kurulacak tüneller mi kazılacak bil yanındayım yanında bir eski istihkam bir yeni yürek gibi atmaktayım kargaşa ve panik günlerine hazırlıklıyım bil bunu bunu ve avuçlarımdaki buğuyu sakın unutma Sakın unutma ağaçlar çiçeğe durduğunda duvarlara asıldığında silahlar iki yampiri bıldırcın gibi mavisinde göğün uçmanın yeri değil daha yapılacak işler var ve biliyorsun önümüz bahar Hayır aldanmıyorum önümüz bahar ve yaz günleri ve ben istihkam olduğu kadar yapı işcisi dülger demirciyim harç karar tahta yontar çeliğe su veririm ve hiç gevelemeden bir sözü bir sözün yanına korum örnek mi istiyorsun işte örneği SENİ SEVİYORUM.... Günü gelir gelmez iki yampiri bıldırcın gibi mavisinde göğün uçarız kimse ellemez sözünü etmez o eski hıncın Hayır aldanmıyorum yerim senin yanında tarhanansa tarhanana yok bulgurunsa bulguruna katılıyorum sana bölünüyorum günde üç öğün... RUŞEN HAKKI 

6 Ekim 2013 Pazar

GEYİK MUHABBETİNDEN NİYAZİ OLMAK

"GEYİK MUHABBETİ" sözü nerden gelir? Okuyun ve paylaşın lütfen...

Resneli Niyazi bey ve geyiği

Edebiyatımıza " geyik muhabbeti " ve " ne şehittir ne gazi " deyimlerini kazandıran Resneli Niyazi !

Öldürülme sebebi karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle "Ne Şehittir Ne de Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi" deyimi Türk milletinin hafızasına kazınmıştır.

Geyiğe gelince, Resneli Niyazi'nin yanından ayırmadığı bu geyik hakkında o kadar cok konusma yapılmıstır ki " geyik muhabbeti " ve " geyik yapmak " deyimleri de bu sayede edebiyatımıza gecmistir.
"GEYİK MUHABBETİ" sözü nereden gelir? Okuyun ve paylaşın lütfen... Resne'li Niyazi be
y ve geyiği Edebiyatımıza " geyik muhabbeti " ve " ne şehittir ne gazi " deyimlerini kazandıran Resne'li Niyazi ! Öldürülme sebebi karanlıkta kalması ve kendi koruması tarafından vurulması nedeniyle "Ne Şehittir Ne de Gazi, Pisi Pisine Gitti Niyazi" deyimi Türk milletinin hafızasına kazınmıştır. Geyiğe gelince, Resne'li Niyazi'nin yanından ayırmadığı bu geyik hakkında o kadar çok konuşma yapılmıştır ki " geyik muhabbeti " ve " geyik yapmak " deyimleri de bu sayede edebiyatımıza geçmistir.
Oğuzhan KAYAN'ın Facebook sayfasından alınmıştır.

2 Ekim 2013 Çarşamba

GÜNÜN SÖZÜ

Açın şöleni yemek, mahpusun şenliği firar, ezilenin bayramı İSYAN dır. ROLAND ESCARPIT

1 Ekim 2013 Salı

DEĞİŞTİM BEN SEVGİLİM

"Bana bir şans ver." dedi adam, "Sana artık aynı kişi olmadığımı ispatlayayım."

Kadının gözleri inançsız bakıyordu: "Nasıl olacakmış o?"

"Sadece biraz zaman... Çok değil. Pişman olmayacaksın."

Bir kıyı kahvesindeydiler. Hafta içi olduğundan, fazla kimse yoktu. Boğazdan bir gemi geçiyordu; uzaktan, uzaklara.

"Bu lafları çok duydum." dedi kadın.

"Biliyorum. Ama bu sefer farklı. Ne kadar değiştiğime inanamayacaksın."

"İnsanlar değişmez. Bunu bana sen öğrettin."

"Tamam işte!" dedi adam, gözlerinde acayip bir parlamayla: "Artık insan değilim ben!"

Kadın tedirgin olmuştu: "Ne demek istiyorsun?"

"Dur hemen göstereyim." dedi adam ve titremeye başladı. Titreme giderek yükseldi, ürkütücü bir hal aldı. Sara krizi geçiriyordu sanki.

"Lütfen kes şunu!" dedi kadın, "Beni korkutuyorsun!"

Adam onu duymuyordu. Titremeye devam etti. Titrerken sırtından bir çatırtı duyuldu. Dehşete kapılmıştı kadın. Derken adamın omuzlarından yükselen şeyi fark etti. Tüylü, rüzgârla oynayan, bembeyaz şeyler... Adam titredikçe o bembeyaz şeyler bir tür kanata dönüştü. O kadar büyüdüler ki, adam masayla sandalye arasına sığmadığından ayağa kalkmak zorunda kaldı. Şimdi sadece kadın değil kahvedeki herkes şaşkınlıkla bakıyordu. 

Kanatlar son şeklini aldığında adamın titremesi de bitmişti. Peçeteyle sildi alnındaki teri. Kanatları toplayıp oturdu yerine. 

"Demiştim ben sana." dedi, "Değiştim ben sevgilim."

Kadın çekinerek uzanıp dokundu adamın kanatlarına: "Ben... Ne diyeceğimi bilemiyorum."

Adam, "Ne güzeller değil mi?" dedi övünerek, "Ne kadar şahaneler. Sanki birer sanat eseri. Onlara sahip olmak için çok uğraştım. Ama değdi sonunda!"

"Sana bir şey söylemem lazım." dedi kadın.

"Hele uçmaya başladığımda o kadar güzel oluyorlar ki. Meğer beni göstermeyen bunlarmış."

"Söyleyeceğim şey önemli..."

Ama adam dinlemiyordu: "Bazen ayna karşısına geçip saatlerce seyrediyorum. İnsanı büyülüyorlar."

Sonunda kadın dayanamadı: "Ben başkasını seviyorum Muzaffer."

Söz bomba gibi düşmüştü kanatlarla kadının arasına. Dünya durmuştu sanki. Acı verici sessizliği adamın sorusu bozdu:

"Senin için yaptığım onca şeyden sonra ha? Peki ama kimi?"

"Kendine değil, bana aşık birini..." dedi kadın.

Sonra cevap beklemeden kalktı, arkasına bile bakmadan yürüdü gitti. Adam çaresiz bakakaldı arkasından. Kanatlarını toplayıp küçüldü sandalyesinde, ne yapacağını bilemedi.

O boynu bükük otururken garson geldi: "Abi güzelmiş kanatlar..."

"Değil mi?" diye coşkuyla cevapladı adam: "Sen onları bir de havada göreceksin!"

TUNA KİREMİTÇİ

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...