31 Mayıs 2013 Cuma

HADİ YAAA (gezi parkı)


Gezi Parkına yapılacak tarih soslu acılı avm.nin ortaklarından biri Arınçsız'ın oğlu çıktı.

"bayram için kurban,küp için kavurma" üstelik kurbanın parası da aşırma.

Ece Temelkuran, Gezi Parkı Direnişini Yazdı: "Fetih"i bırak "İşgal"e bak!


"Arkadaşlar, Gezi Parkı nöbeti Cumartesi ve Pazar günü de büyüyerek süreceği için gece buraya dönmek üzere eve gidip dinlenmek isteyenler gitsin. Yıkansınlar, dinlensinler dönsünler."

Hükümet, elindeki bütün imkanları kullanarak İstanbul'un Fethi için dev ekranlarda animasyon Yeniçerilere Rum kellesi kestirirken, bindirme kıtalara "Coşun!" emri verirken, Taksim Gezi Parkı'nda kendi bedeninden başka hiçbir şeyi olmayan insanlar ağaçlar ve ülke için direniyordu. Her ne kadar çadırları, renkli saçları, gökkuşağı bayraklarıyla kimilerince "naif" ya da "marjinal" gibi görünseler de dün Gezi Parkı'nda yapılan toplantılar, alınan kararlar durumun ciddiyetinin kesinlikle farkındaydı. Öğlen saatlerinde alınan karara göre pasif direniş deneyimi olan eylemciler küçük atölyeler yapmak için Park'a gelmek üzereydi. Park'taki herkes, İstanbul'u bir kere daha "fethetmek" isteyenlere karşı gemileri karadan yürütecek gibiydi.

DUBAİLEŞMEYE KARŞI NE?

İstanbul'un ve bütün ülkenin "Dubaileştirilmesi" tam gaz sürerken Taksim Platformu'nun "Taksim bizim İstanbul bizim" eylemliliği aylardır sürüyordu. Ancak dün ağaçların taşeron firma tarafından sökülmeye başlamasıyla bütün Türkiye ilk kez eylemle bu kadar ilgilendi. Eyleme destek veren Yazar Murat Uyurkulak'la konuştum. O da bir çok kişi gibi meselenin "süreklilik" olduğunu düşünüyor. Zira malum, "fetihleri" kesintisiz, yaygın ve her taraftan. "Dubaileştirme" sadece her yere bina dikip kafadan rant uydurmak değil, aynı zamanda şehirleri politikadan, politik eylemden arındıracak bir "temizlik hareketi" bu. Uyurkulak'ın da söylediği gibi mesele, büyük saldırı geldiğinde ne olacağı. "Tahrir'de orta sınıf vardı, bu yüzden başarıya ulaştı" deyince Murat Uyurkulak da katılıyor:
"Onlar gelirse sağlam kazığa bağlarız!"

Bu yüzden Taksim Gezi Parkı sadece eylem antremanı olan gençleri değil, öfkeli ablaları, abileri de bekliyor. Kilimini, döşeğini alan gelsin. Hem de hemen. Çocukların gaz yiyişini mideniz bulanarak izleyeceğinize kalkın gidip, bir kaç saat de siz nöbet tutun.

DENEME BİR-Kİ!

Toplumların neresinden patlayacağı, ne zaman "Buraya kadar!" diyeceği belli olmuyor. Belli ki siyasal iktidar da o "yeter sınırını" deniyor. Bir gün içinde Beşiktaş İskelesi'ni bir otele satıyor, Gezi Parkı'nı yerle bir ediyor, içki yasağını adıyla sanıyla İslamiyet'e dayandırarak getiriyor. Emek Sineması'nı ve benzer açgözlülükleri, vandallıkları malum. "Bakalım nerede patlayacaklar?" diye bir deney sanki bu. Siyasal iktidarın söylediği şu:
"Hayııır! Biz sizin kendi köşenizde sinema izleyip, bir ağacın altında demlenmenize bile izin vermeyeceğiz. Her şeyi fethedeceğiz. Sizi sıkıştırıp ablukaya aldığımız küçük 'marjinal' adalarınızda bile nefes alamayacaksınız."

Dolasıyla Taksim Gezi Parkı'ndaki arkadaşlar sadece ağaçları değil, nefes alma hakkımızı da koruyor. Fotosentezle sağlanan oksijenden söz etmiyorum. İnsan olmak için gereken türden bir nefesten bahsediyorum. Dün Park'ta yapılan basın açıklamasında bu yüzden sadece ağaçlar yoktu. 3. Köprü, alkol yasağı, sermayenin açgözlülüğü, iktidarın vandallığı da vardı. Yani işte bıktığınız her şey. İkrah getirdiğimiz her şey.

TAHRİR-KASBAH-GEZİ

Tahrir Meydanı, Kasbah Meydanı birer "Yeter ulan!" ile başladı. Gezi Parkı eylemi de her şeyi başlatan bir "Bıktık be!" eylemi olur mu? Soru bu. Gezi Parkı'nda bütün siyasetler var. Yani dışarıdan göründüğü kadar dağınık, düzensiz, kendiliğinden veya "münferit" bir vaziyet değil. Tıpkı Mısır'daki Tahrir ve Tunus'taki Kasbah gibi. Her ikisinin de başlangıcı tıpkı böyle alçagönüllü olduğu için benzetmek büsbütün yersiz değil. Fakat Gezi'den ne çıkacağını görmek için Cumartesi'yi beklemek gerekiyor. Cumartesi ve Pazar günü büyük randevu olacak. Şimdilik sivil polisler ortalıkta dolaşıp küçük itiş kakışla nabız yokluyor. Müdahale ederlerse ne olur, bunu tartıyorlar. Basın orada olduğu sürece işleri hiç değilse biraz daha zorlaşır gibi. Kaldı ki Gezi'dekiler hiç de "çiçek böcek çevrecisi" değil. Yaptıklarının siyasal iktidarın tam da damarına bastığını biliyorlar. Buna göre pozisyon alıyorlar. Şimdi üzerine çalıştıkları şey "Birbirimez nasıl kenetleniriz?" meselesi. Polis geldiğinde yerlerinden kalkmamak için nasıl "kenetleniriz". Kenetlenme önemli tabii. Kenetlenme mühim. Cumartesi'yi imkan buldukça hep birlikte Gezi'de beklemek üzere.

ECE TEMELKURAN / zorba

30 Mayıs 2013 Perşembe



"çocuk çocuk oldukta,
zaman, şu soruların zamanıdır:
niye ben benim de
sen değilim?
niye buradayım da
orada değilim?
ne zaman başladı zaman,
nerede biter uzam?
yalnızca bir düş mü
şu güneş altındaki yaşam?"

oruç aruoba
                                               
                                                    BAHAR GÜLCE DEN ALINTIDIR

29 Mayıs 2013 Çarşamba

UNUTMAM

Her iki gün arasında
Bir titreyiştir yüreklerimiz
Ve artık her şey
Her yere bir çocuktur
Elma dilimlerine ve pencerelere
Otomobil farlarına ve cep fenerlerine
Gece karanlığına ve güneşe
Ve kapıyı çalan herkese
Kendine bile bir çocuktur

Ben kederlerin vardığı yeri severim
Bir çiçeğin vardığı yeri sevdiğim gibi

Unutmam
Gözlerine işlemişim bütün yaşadıklarımı
Neye baksam hatırlarım artık
Değişmez olanı bile, kan portakalını
Görünce hatırlarım
Bir silahın bir gövdeye usulca patlamasını
Sigara dumanı kaçsa gözlerime hatırlarım

Unutmam
Çürümeyi taşıdığını domatesin
Unufak olmayı bir taş parçasının
Ölse de geleceğini taşıyan insanı
Unutmam, unutamam
Her iki gün arasında
Bir titreyiş olsa da yüreklerimiz.

Edip Cansever

BİR AŞK HİKAYESİ


İşte Aşk Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez....

Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç... Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar. İkisi de her . sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...

Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu...

Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki... Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağman çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler... "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adma "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep...

Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak...." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma" Mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten....

Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı.

Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, . üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerikadaki tıp kongresinden . döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık...."

Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerikaya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."

Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere... Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...

Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği . arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya...."

- "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı.... Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı... Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...

Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona . sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle...

İlk celsede boşandılar... . Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın.

Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerikaya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.

Aradan . bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:

- "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerikadaki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldğını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerikaya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..."

Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim." "Fakat . benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:

"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."

28 Mayıs 2013 Salı

GEÇMİŞİNE İHANET EDENLERE OKUTUN...



TÜRK MUCİZESİNİN ADIDIR CUMHURİYET

Cumhuriyet ilan edilmiş, Gazi Mustafa Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı olarak seçilmişti.

Gazi, 30 Ekim sabahı İsmet Paşa’yı Köşk’e davet etti, misafir salonuna aldı.

Genel durum hakkında Bakanlıklara incelemeler yaptırmış, Türkiye’nin röntgenini çektirmişti Gazi. Raporlar sehpanın üzerindeydi.

“Sevgili Paşam, Cumhuriyetin ilk Başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın” deyip anlatmaya başladı:

“AĞA, ŞEYH DÜZENİ CUMHURİYETLE BAĞDAŞMAZ”

“ Bizi yine büyük bir savaş bekliyor. Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Sorunlarımız ne kadar çok, imkanlarımız ne kadar az, bilmeni istiyorum.

Bize yazık ki geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz.

Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. Kışın batağa döndüğü için geçilmesi zor. 4 bin kilometre kadar yetersiz bir demiryolu ağı var Anadolu’da. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart.

Denizciliğimiz acınacak durumda.

Köylümüzü her halde topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız. Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyetle de insanlıkla da bağdaşmaz. Sen de ben de o cephede çalıştık. Durumu yakından gördük. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız.

Her yerde tefeciler halkı eziyor.”

SADECE 337 DOKTOR, 434 SAĞLIK MEMURUMUZ VAR”

Gazi Mustafa Kemal Paşa, kendisine verilen raporlara dayanarak sağlık alanında da iç karartıcı bir tablo çizdi:

Şu anda doktor sayımız 337, sağlık memuru sayısı 434. 150 kadar ilçede doktor yok. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Ebe sayısı çok az. Kırk küsur bin köye karşılık diplomalı ebe sayımız 136. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta denebilir. Bebek ölüm oranı yüzde 60’ı geçiyormuş.

Nüfusun yüzde 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun oldukça önemlice bir bölümü yerleşik değil, göç ebe.

Telefon, motor, makine yok denecek düzeyde. Teknolojiden yoksun bir ülkeyiz. Bütün sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal etmekteyiz. Avrupa’nın her çeşit malı için açık Pazar halindeyiz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.

Düşmanların tümüyle yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114 bin 408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan’dan gelen göç men sayısı 400 bini geçecek. Göçmenlere ordunun yiyecek stoklarından yardım ediyoruz.

İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı bir halde. İktisatçımız da çok az. Çoğu bilip okuduğu kuramların dışına çıkamıyor.

“ÇOCUKLARIN ANCAK DÖRTTE BİRİNİ OKUTABİLİYORUZ”

Gazi Mustafa Kemal Paşa, eğitim başta olmak üzere diğer sorunlara da şöyle değindi:

“Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi ise hiç çözülmemiş bir sorun olarak duruyor. Oysa Cumhuriyeti yaşatmak için onun insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. İki yıl önce Milli Eğitim Bakanlığında bir kültür şubesi kurmuştuk. Bu şube Anadolu kültürü ile ilgili eşyaları, belgeleri topluyordu. Ödeneği yükseltilemediği için bu hizmet gelişmedi. Birçok kültür eseri dışarı kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediyor.

Cumhuriyete uygun bir anayasaya gerek var. Uzman sayısı az. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkımızı kurtarmak için mümkün olan hızla sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun iç in gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah Yardımcımız olsun…”

Bu konuşmanın ardından Gazi Mustafa Kemal Paşa, Başbakanlığa İsmet Paşa’yı atadığını Meclis Başkanlığına bildirdi. Atama ve ilk Bakanlar Kurulu listesi öğleden sonra Meclis’te okundu. Böylece İsmet Paşa, Cumhuriyetin ilk Başbakanı oldu.

Ogün Ozansoy/02.10.2012

Kyn: Turgut Özakman/CUMHURİYET-TÜRK MUCİZESİ

27 Mayıs 2013 Pazartesi

GÜN BATIMI

dağların gölgesi düştü denize...
serin bir meltemin esintisi...
sonra günün kızıllığı...
vurdu mavinin üstüne...
akşamın koynunda...
oynaşmaya başladı...
suda bin bir renk...
doyumsuz görünümün esrikliğinde...
yıkandım acılardan...
güneş de çekip gitti...
aydınlığı gecede...
rehin bırakarak........

Ahmet Yaşar Tezulaş

TÜRKİYE DE ADALET

günün karikatürü

26 Mayıs 2013 Pazar

SÖZÜN ÖZÜ



SÖYLEYECEK ÇOK SÖZÜM VARDI
SANA VE YAŞAMA DAİR,
SÖYLEYEMEDİM!
LAL OLDU DİLLERİM.

SUSTUM!
ÖYLECE KALDIM!


VE SONRA
SÖYLEMLERİMİ HİÇ DÖNMEMEK ÜZERE !
SÖZÜMÜN ÖZÜ'NE GİZLEDİM,
VE
ANCAK GİZLENDİĞİ YERDE ÖZÜNE İNEBİLDİM ...

 
 Şiir :  Salih Yıldırım

TEK BİLET

TEK BİLET

 Esip duruyor yine başımın üstünde,
Yedi tepeli şehrin rüzgarı.
İçimden alıp başımı gitmek geliyor,
Bu defa her zamankinden farklı.
... Ardıma bakmadan gitsem bu defa,
Ki gitmesi kolay olsun.
Ve gece olsun gidişim,
Sen kömür karası gözlerini
Kapatıp üzerine,
Olmak istediğim rüyalarındayken.
Bir yer seçsem öyle rastgele,
Ya da otobüs nereye götürürse.
Sonra, tek bilet olsa cam kenarı,
Mümkünse sadece gidiş olsa,
Ve olabildiğince uzun bir yol...

Yazan: Banu Kenber

BİR DÖRTLÜK CANI KALMIŞ


Yaza yaza tükettiğim aşk,
Ne kadar kısaymış ömrün.
Gitmeyip yatıya kalacaksın sanıyordum ama
Yanılmışım.
Senin ben de ki ömrün; işte bu son dörtlük...

pehito

25 Mayıs 2013 Cumartesi

DOST

En güçlü kişilerin genellikle en hassas olanlar olduğunu biliyor muydunuz? En fazla nezaket gösterenlerin, aslında kaba davranışlara maruz kaldığını... Sürekli başkalarıyla ilgilenenlerin aslında ilgiye en çok ihtiyaç duyanlar olduklarını...Söylemesi en zor üç sözün “Seni seviyorum!” “Özür dilerim!” ve “Bana yardım et!” olduğunu biliyor muydunuz? Bazen birinin mutlu görünmesi mutlu olduğu anlamına gelmez; yüzündeki o gülümsemenin ardına bakarsanız, belki aslında ne kadar acı çektiğini görebilirsiniz.
Şu anda sorunlar yaşayan bütün dostlara… Bir iyi niyet çığı başlatalım. Hepimizin şu anda olumlu duygulara ve iyi niyetlere ihtiyacımız var. Adınızı görmezsem anlarım, ancak dostlarımdan, nerede olursanız olun, bu yazıyı kopyalayıp duvarınıza yapıştırmanızı istiyorum;sadece aile sorunları, sağlık sıkıntıları, iş dertleri, o ya da bu konuda endişeleri olan ve sadece birinin umursadığını bilmeye ihtiyaç duyanlara bir anlık moral desteği vermek için. Bunu hepimiz için yapalım,;çünkü kimse sorunlardan bağımsız değildir. Umarım bu yazıyı bütün dostlarımın duvarında görürüm. Bazılarının duvarlarında göreceğimi biliyorum!!! Ben bir dostum için yaptım.Siz de yapabilirsiniz. Ama paylaşmak yok! Kopyalayıp yapıştıracaksınız; çünkü nezaket kalpten gelen bir çabadır, bir düğmeye basmak değil

                                                                                                                      TUNÇ ÖZTUNA DAN ALINTIDIR

Çağdaş Bir Mimari İçin Yeterli Birikim Neden Yok?

Mimarlık konusu, özellikle estetik bağlamında, toplumun genel bilgisizliğinin tepe noktalarından biridir. Halkın büyük bölümü yeni ile güzeli birbirine karıştırıyor. Geçenlerde aydın geçinen bir üniversite mezununun yüksek binalara bakıp 'İşte Avrupalı olduk!' dediğini kendi eşinden dinlemiştim. Avrupalının gökdelenlere bir uygarlık simgesi olarak baktığını sanıyorlar. Öyle olsaydı iyi olurdu, ne yazık ki o kadar ucuz uygar olunmuyor. Aynen kopya etsek bile bizimki kopya bir uygarlık simgesi olur.


 Her yeni ve güzelin arkasında, uzun bir mimari birikim ve sınırlı da olsa, bir yaratıcılık gerekir. Doğrusu istenirse böyle bir birikim toplumda olmayınca mimardan da istenmez. Bizim kültür ortamında insanlar güzelin ne olduğunu bilmez, kopyasını bile yapamazlar. Bunun kanıtı güzelim cami geleneğimizin içine düşürüldüğü durumdur. Camiyi bir sahne aracı, bir mizansen gibi algılıyorlar. Oysa Sinan bizim en gözde mirasımız. Konut geleneğimiz de Osmanlı kültürünün en büyük yaratılarından biri idi. İkisi de yok oldular.

 Cahil insanları boyutları ya da malzemesi ile etkileyen, heyecanlandıranve şaşırtan her yeni yapı güzel değildir. Yeni yapılanın güzelini veçirkinini ayıracak bir kültür düzeyine toplum henüz erişmedi. Çağdaş mimarlığın bileşenleri bizim kültürümüzde yok. Yapılan özel ve resmi binalara bakınca bu anlaşılıyor. Bu nedenle Selçuk üslubunda bir adalet sarayı, büyük boyutta bir karikatür oluyor. Bundan 65 yıl önce Teknik Üniversite Mimarlık Fakültesi öğrencileri böyle denemelerin komik olduğunu öğrenmişlerdi. Bunca yıllık deneyimin yok olması anlaşılması zor bir kültürel gelişme. Çağdaş uygulamaların arkasında bir tarihi birikim gerektiğini anlamazsak bu alandaki yaygın cehaletin önünü alamayız.


SANATTA KAYIP 500 YIL
Avrupa’da Vitruvius’tan sonra mimari kuram üzerine İtalya’da 14,Fransa’da 19, Almanya’da 23, İngiltere’de 9, İspanya’da 4 ve yirminci yüzyılda da önemli 21 kitap yayınlanmış. Osmanlı çağında hiçbir şey yazılmamış. Resim ve heykel yasak olduğu için o konuda da hiçbir şey yazılmadığını, felsefe yasak olduğu için estetik konusunda da bir şey üretilmediğini düşününce, sanat alanında 500 yıl kuramsal düşünce geliştirmemiş bir toplumda yaşadığımızı anlarsınız.
Osmanlı kültüründe mimari sadece bir uygulama. Mimarların bunun farkında olmamaları acıklı bir boşluk. Dünyadan haberiniz olduğu zaman bu boşluğu içinizde hissetmeniz gerek. Her şeyin ithal olduğu bu ortamda hiçbir kuramsal düşüncenin üretilmemesi (kuşkusuz birkaç on kişi var) sanat bağlamında toplumun kör cahil olduğunu ve yaratıcı bir mimari tasarımın ancak bir tesadüf sonucu olacağını gösterir.
Bugünkü iletişim ortamı, öğretim programları, görsel verilerin yaygınlığı çağdaş dünyaya ortak olduğumuz sanısı veriyor. Oysa yukarıdaverdiğim sayılarla gösterdiğim birikim bizde olmadığı için fazla bir şey beklemek olanaksız. Genç mimarlar arasında bilgili, duyarlı dünyadan haberli olanlar var. Fakat bu 45 000 kişilik mimari ordusu ve inşa edilen yapı sayısı yanında birkaç mimarın eleştirisi etkili olamıyor. Dünyadan haberi olmak tarihi birikim yokluğunun etkilerini ortadan kaldırmıyor.
Kaldı ki diğer entelektüel alanlar da bundan farklı değil. Osmanlı çağından kaç bilim adamı, kaç filozof, kaç edebiyatçı, kaç sanatçı dünya kültürüne mal olmuş? Bildiğim kadar hiç. Emin değilseniz, İslam kültür tarihinde evrensel düzeye çıkanların arasında Osmanlıları arayın. Üzülmeyi bir kenara bırakıp düşünmek gerek. Ünlü mimarlardan söz eden bir uluslararası listede kaç Türk biliyorsunuz? İkinci Dünya Savaşı’ndan önceki 15-20 yılda Cumhuriyet bu koca boşluğu dolduramazdı. Biz çağdaş elbiseler giyip kendi Ortaçağ’ında yaşayan ilginç bir toplumuz. İngilizce konuşan üniversitelerimiz bile var. Ama zenginler çocuklarını yurtdışında okumaya gönderiyorlar.
Gelişmiş ülkeler, dünyayı dışarıdan izleyen toplumları tüketime boğup, ucuz klişelerle aldatıyorlar. Bu evrensel beyin yıkamanın asıl suçlusu kendi geçmişimizdir. İnsan aklı kendini aldatmaya da yarar. Türkiye’de bir araba edinenin kendini otomobil motoru icat etmiş dünya fatihi gibi hissettiği garip bir bilgisizlik ve bilinçsizlik ortamında yaşıyoruz. Geçmişin entelektüel ıssızlığı insanı ağlatacak kadar sessiz.
BU DURUMU AŞMALIYIZ
Yakın geleceğe güven duymak için bu durumu aşmak zorunda olduğumuz açık. Koca bir imparatorluk eriyip yok olduktan sonra bugün İslam dünyasının bir iki gömlek yukarısında 75 milyonluk bir ülke olmamız, 1923’te sömürgelikten kurtulup, bağımsız olarak yaptığımız 15-20 yıllık dev bir sıçrama sonucudur. Bu bize teknolojinin küreselleştiği dünyaya paralel bir yaşam olasılığı yarattı.
Osmanlı tarihine zaferler için değil, yenilgi nedenlerini öğrenmek için bakınız. Örneğin 2500 kişinin yaşadığı Zigetvar kalesi etrafındaki bataklıkta 20 000 yeniçeriyi bıraktığımız savaşın neden zafer olduğunu yeniden düşünmemiz gerek. Macaristan’a egemen olduğumuz için böbürlenmek yerine, Rusların neden İstanbul’a kadar geldiğini irdelemek gerek. Yoksa gelecek sadece düş kırıklığı olur.
Türkiye’de çağdaş mimarlık neden gelişemedi? Batılı mimarlık kuramında resimler, perspektifler, insan figürleri vardır. Batı’da resim, heykel mimari birbirlerinden kopuk değil. İnsan doğayı olduğu gibi, sanatı da bir bütün olarak algılar. Avrupa mimarisi resim sanatıyla iç içe gelişir. Mimar ressam ve heykeltıraş olabilir. Mimari resim ve heykel içerir. Resimler de bütün ayrıntıları ile mimari tasarım içerirler. Leonardo, Michelangelo, Rafaello, Bernini ressam, heykeltıraş ve mimardırlar. Piranesi, Bibbiena gibi mimariyi resim olarak tasarlayanlar da var. Canaletto, Venedik kentinin büyük ressamıdır. Onun resminde kent bir plastik sanat müzesidir. Bu geleneğin bugüne uzandığını söyleyemesek de, Viollet-le-Duc, Gaudi, Wright, Le Corbusier gibi mimarların da komple sanatçı olduklarını görebiliriz. Michelangelo’nun S. Pietro’su mimari olduğu kadar bir heykeldir. Gehry’nin Bilbao’daki Guggenheim müzesi yapıdan önce bir heykeldir. Bizde bir Gehry çıkamaz. Çıksa da toplum benimsemez.
Sinan’ın geometrik tasarım dehâsı olmasaydı, Osmanlılar sıradan yapı yapmaktan büyük mimarlık yapmaya yükselemezlerdi. Eğer İslam mimarisi İslam öncesi İran, Hint, Roma geleneklerinden esinlenmeseydi, yapı ve bezeme bileşeni düzeyinde kalır, anıtsal mimariye yükselemezdi.
YAPI USTASI DÜZEYİ
Son yarım yüzyılda yapılan on binlerce cami tasarımı yapı ustası yeteneği içinde kalmıştır. Yabancı örnekler kopya çekilmediği zaman Türkiye’nin ortalama mimarisi yapı ustası düzeyinde kalmaktadır. Bunu aşanlar yabancı kitapların, dergilerin, turistik gezilerin, görsel verilerin, dışarıda yaptırılan projelerin etkisiyle çağdaş karaktere ulaşıyor. Ama çağdaş sanata değil. Bu gelişmemişliğin arkasında resim ve heykelle yoğrulmuş bir sanat geleneğinin olmaması yatıyor. Kimse bunun farkında değil. Mimarların içinde çağdaş resim, heykelle ilgili kaç kişi var dersiniz?
Bu Osmanlı’nın negatif miraslarından biridir. Bilim, teknoloji, sanat ve soyut düşüncede de aynı durum var. Kültürel temelsizlik nedeniyle, her alanda, politika da dahil, dünyaya tam ortak olamıyoruz. Bu genetik yetersizlik değil, eğitim ve öğretim yetersizliğidir. Bilim ve teknolojisiz bir gelecek nasıl yoksa, sanat ve mimarisiz de gelecek yok. Ekonomi ve finans uluslararası kurallara ne kadar uymak zorunda iseler, öteki alanlar da uymak zorundalar. Resim ve heykel mimari ile etkin olarak kaynaşmazsa mimari bizimki kadar olabiliyor.
Bütün bu olumsuz gözlemlere karşın toplumun her engeli aşacak bir potansiyeli var. Her alanda yetenekli sanatçı yetişiyor. Genç toplum kesimlerinin dinamizmi, dünya ile ilişkilerinin çok daha fazla olması ve dünya konjonktürünün karşı konamayacak yönelimleri gelecekten umut kesmememizi sağlıyor.
Kaldı ki İyimserlik önemli bir yaşam potansiyelidir.
24 Mayıs 2013
CUMHURİYET PORTAL

17 Mayıs 2013 Cuma

AÇILIM ÜZERİNE AFORİZMALAR 3

CEVABINI BULAMADIĞIM SORULAR

Geçirdiğim sağlık operasyonu nedeniyle bir haftalık mecburi yatak istırahatim bugün son buluyor. Bu bir haftalık mecburiyetten dolayı normalde takip etmediğim kanalları farklı saatlerde izleme, internet sayfalarına girme imkanım oldu. Ortalama bir insan zekasına sahip olduğumu düşünerek cevabını bulamadığım bir kaç soru oluştu kafamda ve zekamı sorgulamaya başladım. Televizyonu kapatıp düşündüm ve hala mantıklı yanıtlar bulamadım. Herhangi bir siyasi kanadın savunuculuğu ya da Akp ye saldırı maksadıyla değil gerçekten anlamaya çalışmak adına tüm samimiyetimle bu sorulara cevap verecek birileri vardır umuduyla sormak istedim. 
Sadece son bir haftada Türkiye' de yaşanılanları gözlemlediğimde oluşan ve yanıt bulamadığım sorular bunlar. 

1) Sorgusuz sualsiz bir liderin peşinden gitmek için hangi yeteneklerinizin olması lazım. Örnek: İktidar olana kadar Abd düşmanı söylemleri olan bir lider ve bunu savunan kelli felli adamlar bugün en büyük Amerikancı. Bu kitle içerisinde bir tane yakın tarih bilen, bilmese de internet kullanıp Amerika'nın her yerde bas bas bağırmaktan çekinmediği Türkiye'nin Ortadoğu için kullanılacak en güzel maşa olduğunu ilan ettiği haberlerini okuyup, nedir acaba diye düşünen ve Amerika ile daha önce bu tarz ilişkilere giren ülkelerin düştüğü durumu analiz edebilen bir kişinin olmaması hiç garip değil mi?

2) Tüm bu 180 derece fikir dönüşleri için kamuoyu yaratılırken seçilen medya mensupları nasıl oluyor da bir gece de tüm kanallar da aynı cümlelerle değişen bu durumu keskince savunabiliyor? Bu dönüşüm anlatılırken sanki şöyle bir yol izleniyor gibi düşünmüyor musunuz sizler de? Bir gece öncesinden bu kitlenin toparlanıp kapalı kapılar ardında eğitime alınıyor da ertesi gün kanal dağıtımları yapılıyor ve başlıyorlar anlatmaya. Aynı cümlelerle hatta kelimelerle bu savunmanın yapılabilmesinin izahı nedir?

3) Neredeyse tamamına yakını müslüman olan bir kitlenin desteği ile iktidar olan bir parti liderinin bundan 20-30 yıl önce işçi iken şimdi Dünya'nın en zengin 8. Siyasetçisi olmasını tüm bu kitle nasıl içine sindirebiliyor? Sadece bir düğünde takılan ziynet ile buna inanabilmek, bu servetin oluşumunda hiç bir günahsız kuruşun olmadığına inanamak bu ticari ortamda mümkün müdür? Mümkün se eğer hiçbirimiz biri on bin yapacak ticari zekaya sahip değil miyiz Başbakan’ın evlatları kadar? Ya da bu sevap- günah söylemleri ile desteği alınan kitle nasıl olur da bal tutan parmağını yalar ya da her siyasetçi yapıyor o da yapmış az mı diye düşünebilir?

4) Bir lider düşünün ki bir bebeğin öksürük nöbeti çıksa yüreğinde hissedecekmiş gibi konuşuyor, bunun karşısında durmazsa Başbakanlığın bile boş olduğunu söylüyor ama öbür tarafta savunduğu teröristler bir başka ana kuzusunun kalbini çıkarıp yiyor, kol kola girdiği Abd'nin öldürdüğü savunmasız insan sayısını söylemeye gerek yok. Ve nasıl olur da o Başbakan 51 kişi için acılarını yaşama imkanı vermezken, vicdanı olan her insanın bu acıyı yaşaması, paylaşması gerekirken nasıl olur da terörün her türlüsünü lanetlemek için yürüyen insanlar polis baskısına uğrar, biber gazı yer, dövülür? Ve o hasta iken katılamadığı 23 Nisan törenlerinden bir gün sonra Kutlu doğum haftası etkinliği, Cenaze töreni için aynı gün içinde iki istanbul bir Ankara yapabilecek dirayette olan bir Başbakan nasıl olur da 3-4 saatini yöre halkına ayıramaz da Abd için 3-4 gününü ayırabilir? Hadi o yapabilir de bu kitleden bir kişi de iç dünyasında sorgulamaz mı bu işte bir yanlışlık yok mu diye?

5) Partisinin isminde Adalet, bulunduğu mevkii de kollaması zorunluluğu olan en yüce şey Adalet, İslama inanan Hz. Ömer'i okumuş her kimsenin yüreğinde en önde duran duygunun Adalet olması gereken bir kişi kendisi gibi düşünmeyen her kişiyi nasıl suçlu görebilir? Belki suçludur diyerek nasıl hapislere tıkar, çocuklarının, annelerinin, babalarının, eşlerinin kul haklarını nasıl öder? 

6) Sadece kendi egoları ile Büyük Başkan olmasını hak gören bir zat için nasıl olur da tüm o kelli felli adamlar can siparane bir şekilde bunun en doğru yol olduğunu anlatır? Sadece bir kişiye yönelik istemler bencilce ve yakışıksız değil midir? 

7) Bir aile babası düşünün. Bir süpermarkete 100 TL borcu var. Bir bankadan 300 TL alıyor, evini arabasını arsalarını satıyor bu süpermarkete borcunu ödüyor. Yetmiyor kasaba, manava, bakkala ayrı ayrı borçlanıyor ve çıkıyor mahallenin ortasına akrabaları ile birlikte bizim artık süpermarkete borcumuz yok bakın da akıl alın, gurur duyun bizlerle diye kasım kasım kasılıyor. Bu adama normal zekada herkes gülüp Akıl vermesini Tanrıdan ihsan ederken Türkiye’de bunun bir benzerini en üst düzeyde kişi yaptığında tüm kanallar, kelli felliler bir hafta boyunca bununla gurur duyabiliyor. Bana komik gelen bu durum için Kocaeli sokaklarında kutlama mahiyetinde ayran dağıtmak normal mi?

Ve tüm bu sorular sadece cihat içinde herşey mübahtır ile açıklanabilir mi? 

Mimar Yalçın ERGEN

16 Mayıs 2013 Perşembe

GÜNÜN KARİKATÜRÜ

GÜNÜN SÖZÜ

REYHANLI DA SON DURUM

''SİZ BUNLARI YAZAMAZSINIZ..!''

Mustafa Yavuz 16 yaşında. Patlamayı duyar duymaz belediyenin oraya ok gibi fırlamış. Yerde yatan bir kadını kaldırmak istemiş. Gördüğü manzarayla koşmaya başlamış "Kusarak koştum. Kustum kustum... Geri döndüm. Sonra üç kişi çıkardım abla."
Salih Taş, RTÜK'ün yayın yasağına çıldırmış durumda. "Neyi saklamaya çalışıyorlar" diye avazı çıktığı kadar bağırıyor: "Amcamın oğlunu dünden beri bulamadım. Bir parçasına razıyım. İzin vermiyorlar girip arayayım. Boyun damarları şişmiş Salih'in; gözler kıpkırmızı. "Reyhanlı'daki herkes İnneci Memoş diye bilirdi onu" diye ağlıyor.
Köşedeki GSM mağazasının vitrini tuzla buz olmuş, içi de yağmalanmış. Kemal'in ürpertici hikâyesi ise mağazanın önünde duran kömürleşmiş motosiklete dair: "Yetişemedim. Montumla söndürmeye çalıştım. Ama sadece ayak kemiklerini toplayabildim. Kim mi? Bilmiyorum. Dünden beri üç kere yıkandım. Hâlâ yanık kokuyorum."
Mustafa, Salih ve Kemal her üçünün ortak cümlesi neydi biliyor musunuz: Dünden beri anlatıyoruz, yazmadılar, göstermediler. Sen de yazamazsın.
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bu hikâyeler nasıl yazılmaz dedim içimden.

YAĞMUR: HİKMET VE TRAJEDİ

Reyhanlı-Hatay arası 36 km. Şehrin biraz dışındaki otelden bindiğim minibüsle yarım saatte ulaştım.
İstanbul'dan 23.55'te Hatay'a havalanan THY uçağı TV ekipleriyle doluydu. Hostesler, koltuk üstü dolaplarda kameralara yer bulmakta zorlandı.
Sabah otelden çıktığımda deli bir sağanak yağmur. Geri dönüp otelden şemsiye istedim. On saniyesi bile adamı sırılsıklam etmeye yeten bu yağmurun, savaş alanına dönen Reyhanlı'da hem hikmet hem de trajedi anlamına geldiğini birazdan anlayacaktım.
Daha geçen çarşamba Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, 'Hatay bombanın üzerinde oturuyor' diyerek bu tarihi olayı öngörmüş olan MHP milletvekili Şefik Çirkin telefonda, "İlçe çok gergin. İyi ki yağmur var" deyince "hikmeti" anladım. Nitekim, ilçeye vardığımda kuşatan yüksek tansiyonun açık bir havada bambaşka şeylere yol açacağını görmek, hiç zor olmadı.
Yağmurla gelen trajediyi anlatmak ise hiç kolay değil. Patlama alanına yakın bir evde oturan kadının, "Ölenlerden kalanlar yağmur suyuyla akıp gidiyordu" dediğini duyunca öfke ve acıdan boyun damarları şişmiş Salih'i hatırladım.

"HAYVAN MIYIZ?"

Reyhanlı halkı gözünde dün sokaklardan geçen takım elbise kravatlı her erkek "devlet"i temsil ediyordu. Sitem ve öfkelerini, gördükleri her "devlet"e haykırdılar.
İlçe esnafından Bilgin Sakin, "Bakanlar geliyor diye, Allah seni inandırsın 2900 polisi yığdılar. Biz hayvan mıyız?" diyor. "Estağfurullah" diyorum. O duymuyor: "Ne işi var bu kadar polisin. Böyle geleceklerse hiç gelmesinler. Bomba patladıktan sonra niye kimse yoktu?" diye sürdürüyor.
Kamuda çalışan bir sağlık personeli. Adı bende saklı. Geçen gün benzin alırken, bir arabanın bagajında ağır silahlar gördüğünden söz ediyor. "Polis sesini çıkarmıyor. Kimse bunları çevirmiyor. Hiçbirinin triptiği (giriş izinleri) yok ama ellerini kollarını sallaya sallaya girip çıkıyorlar."

CEŞHÜR İSTİRAHATTA

Şikâyet etmediniz mi?
"Kaç kere. Emniyete, belediyeye, kaymakama kaç kere. 'Böyle talimat aldık' diyor başka bir şey demiyorlar."
Yanındaki "Ceşhür istirahat ediyor" diye giriyor söze. "Efendim?" diyorum gayrı ihtiyari. Not defterime yazmasını istiyorum. "Ceşhür" diyor yazarken. Ceeş hür. Hani siz Özgür Suriye Ordusu diyorsunuz ya işte onlar.. ÖSO mensuplarının gündüz savaşıp, gece Reyhanlı'ya geldiğini anlatıyor.

63 MOBESE BOZUK MU

Reyhanlı sokaklarında acılı halkın ortak bir sesi daha var: "MOBESE kameraları çalışmıyor." Bu iddia ilçeye 13 milletvekili gönderen CHP heyetine de aktarıldı. Vatandaşa göre 25, 30, resmi kaynaklara göre 63 MOBESE varmış. Kimi çok sık arızalandığını, kimi göstermelik olduğunu, kimi de arızaların bahane olduğunu dile getirse de iddia son derece ciddi.
"Üç-dört tane de ben çıkardım" diyen Hasan Fehmi Şamlıoğlu'nun, sigaradan bıyıkları sararmış. Gözleri çok yorgun bakıyor. "Burada bir Türk seyyar satıcılık yapmaya kalkışsa burnundan getirirler. Ama Suriyelilere kimsenin bir şey sorduğu yok. Bakkal, manav, bitpazarı ne ararsan var."
Gün boyunca Reyhanlı sokaklarında dolaştıktan sonra bu satırları yazdığım kafeteryada işittiğim bir cümle yüreğimi burkuyor: "Abi bu memleket bitti."

Halkı yatıştırmamız için devlet ricacı oldu

MHP Hatay Milletvekili Şefik Çirkin, Reyhanlı halkının yatıştırılması konusunda devletin bizden ricası oldu. "Bu zaten bizim de görevimiz" dedi. Gün boyu Reyhanlı'da taziye ziyaretlerinde bulunan Çirkin, AKŞAM'a yaptığı değerlendirmede şunları söyledi: "Gün birlik beraberlik içinde olma günüdür. Düşmanları sevindirmenin âlemi yok. Reyhanlımız zaten büyük bir acıyla sarsıldı. Bir de 'kalkışma' denebilecek bir olayla anılmaması gerekir. Ziyaretlerimizde, önce yasımızı tutmamız gerektiğini söylüyoruz. Bu işi yapanların amaçlarına ulaşmaması gerektiğini dile getiriyoruz. Böyle bir olayın üzerinden siyaset yapmak, siyaset üretmek son derece yanlıştır."..


Çiğdem TOKER

14 Mayıs 2013 Salı

YOLUNMUŞ KAZ OLAYI


MUTLAKA OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM !

Birgün 4. Murat Sadrazamıyla birlikte tebdil-i kıyafet gezerken bir deri dükkanın önünde dururlar. Dükkan son derece kötü bir durumdaydı ve dericinin hali ise içler acısıydı.
İhtiyar derici sandalyesini çekmiş dükkanın önünde oturmaktadır.

Padişah: Selamın Aleyküm derici der. Derici şöyle gelenlere göz atar ve hemen toparlanarak:

-Aleyküm Selam Ya Cihan-ı Serdar der

Padişah: Yazı Kışa hiç katmadın mı?

Derici : Kattım ama hiç bir şey tutturamadım der..

Padişah: Peki geceleri hiç çalışmadın mı?

Derici: Çalıştım ama el aldı der.

Peki der Padişah sana bir kaz göndersem yolar mısın?

Derici yolarım der hem de hiç bağırtmadan..

Padişah dericinin yanından ayrılarak saraya döner. Sadrazam dayanamaz..

Haşmetlim der derici ile yaptığınız konuşmadan hiçbir şey anlamadım.

Padişah kızar Sadrazama dönerek.- Sen nasıl sadrazamsın der ne demek bir şey anlamadım. Derhal o dericinin yanına gideceksin ve ne konuştuğumuzu anlayacaksın. Eğer anlamazsan tez zamanda kelleni vurdururum der.

Korkuya kapılan sadrazam soluğu dericinin yanında alır.

Derici sadrazamın koşarak geldiğini görünce doğrularak.
—Hoş geldin der.

Sadrazam – Çabuk bana Padişahla ne konuştuğunuzu anlat der

Derici- Anlatırım ama bir kese altın vereceksin der

Sadrazam kelle korkusuyla kabul eder ve sorar

—Söyle bakalım gelenin padişah olduğunu nasıl anladın?

Derici- Padişah kılık değiştirmişti ama yeleğini değiştirmeyi herhalde unuttu üzerinde öyle kıymetli deriden yapılmış bir yelek vardı ki o yeleği ancak padişahlar giyebilirdi

Peki der sadrazam Yazı kış katmadın mı ne demek?

Derici- Anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin der
Sadrazam mecburen kabul eder.
Derici- Padişah yazı kışa katmadın diye sordu yani yaz kış çalışıp kazanmadın mı ki sen ve dükkânın bu haldesiniz dedi bende çalıştım ama hiçbir şey tutturamadım dedim

Peki der Sadrazam. Geceleri hiç çalışmadın mı? Diye sordu

Derici -Anlatırım ama bir kese altın daha vereceksin der.
Sadrazam biraz da kızarak kabul etmek zorunda kalır.

Derici -Yani padişah geceleri çalışıp çocuk filan yapmadın mı özellikle oğlun yok muydu sana yardım edecek demek istedi. Bende yaptım ama oğlum olmadı kızlarım oldu onları da elin oğlu aldı dedim…

Peki der sadrazam Padişah sana bir kaz yollasam yolar mısın dedi o ne demek?..

İhtiyar derici elindeki altın keselerini şöyle hafifçe havaya atıp tuttuktan sonra…

Eeeee.. Onu da artık sen anla sadrazamım demiş…

12 Mayıs 2013 Pazar

ANNELER GÜNÜ ŞİİRİ

ANA
Tohum olarak düştüğün toprak
Bir filiz çıkardı ağlayarak ,ağlatarak
İçindeyken canıyla ortak
Dışarıda kanıyla besledi ,altını temizledi
Gözünden sakındı hastalanmandan korkarak
İlk sevgili oldu ,ilk arkadaş
Boyu boyunu geçene dek yoldaş
Ömür boyu sırdaş oldu
Zorluklarda paydaş ,dertlerin ona uğraş oldu
Bir gün toprağa düştüğünde akıtacağın gözyaşını,
Başını kucağına koy ve şimdi akıt
Sarıl ,doya doya öp kokla
Anacım de ,aşkım de,canım de
Bu gün değil üçyüzaltmışbeş gün
Gerçek ve koşulsuz sevenin var senin de.

12-05-2013       Tahir ÖZCAN

10 Mayıs 2013 Cuma

ANNE OLMAK


GERÇEK BİR OLAYDAN ALINTIDIR..!

JAPONYA'DA OLAN BİR DEPREMDE KURTARMA EKİBİ GENÇ BİR KADININ YAŞADIĞI ENKAZA ULAŞIRLAR. YIKINTILARIN ARASINDA KADININ CESEDİNE ULAŞIRLAR. KADININ ENKAZ ALTINDAKİ POZİSYONU BİRAZ İLGİNÇTİR. SANKİ ELLERİNDE BİR ŞEY TUTARAK İŞ YAPARKEN DİZLERİNİN ÜZERİNE ÇÖKMÜŞ HALDEDİR. BU ESNADA SANKİ EV ÜZERİNE YIKILMIŞ GİBİDİR. KURTARMA EKİBİNİN LİDERİ YİNE DE CANLI OLMA ÜMİDİ İLE KADINA ULAŞMAYA ÇALIŞIR, MAALESEF KADIN ÇOKTAN ÖLMÜŞTÜR.
EKİP ORADAN BAŞKA BİR ENKAZA HAREKET ETMEK ÜZERE İKEN BİR SEBEPTEN DOLAYI EKİP LİDERİ AÇTIĞI DELİKTEN İÇERİ DOĞRU KADININ CESEDİNİN ALTINA DOĞRU BAKAR VE SESLENİR ! "BİR ÇOCUK!..BİR ÇOCUK VAR!" DER.
EKİP UZUN BİR ÇALIŞMADAN SONRA ÇİÇEKLİ BİR BATTANİYE İÇİNDE ÖLÜ KADININ CESEDİNİN ALTINDA 3 AYLIK BİR ÇOCUK BULURLAR. KADIN SON BİR HAMLE İLE ÇOCUĞUNU KURTARMAK İÇİN BEDENİNİ ONA SİPER YAPMIŞTIR. EKİP ÇOCUĞA ULAŞTIĞINDA HALA BEBEK UYUMAKTADIR.
DOKTOR ÇABUCAK GELİR VE ÇOCUĞU MUAYENE EDER. BATTANİYEYİ AÇTIĞINDA İÇİNDE BİR CEP TELEFONU BULUR.

EKRANDA YAZILI BİR MESAJ VARDIR. MESAJDA ŞU YAZIYORDUR!..
" EĞER KURTARILDIYSAN, SENİ SEVDİĞİMİ HATIRLA!"

BİR ANNENİN ÇOCUĞUNA OLAN SEVGİSİNİ ÖLÜM ANINDA BİLE ONA ANLATMA ÇABASININ EN GÜZEL ÖRNEĞİ BENCE !

ALLAH'IN ANNELERE VERDİĞİ BU SEVGİ VE MERHAMET İÇİN ŞÜKÜRLER OLSUN ..!

7 Mayıs 2013 Salı

Arkadaşım Badem Ağacı...


Sen ağaçların aptalı,
 Ben insanların.
 Seni kandırır havalar,
 Beni sevdalar...
 Bir ılıman hava esmeye görsün,
 Düşünmeden gelecek karakış,
Acarsın çiçeklerini, 
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü.
Bir güler yüz, bir tatlı söz,
Açarım yüreğimi hemen.
 Yemişe durmadan çarpar seni karayel,
Beni karasevda.
Hem de bilerek kandırıldığımızı,
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza...
Koş desinler bize şaşkın,
Sonu gelmese de hiç bir aşkın,
Açalım yine de çiçeklerimizi.
Senden yanayım arkadaşım,
Havanı bulunca aç çiçeklerini,
Nasıl açıyorsam yüreğimi!
Belki bu kez kış olmaz,
Bakarsın sevdan düş olmaz.
Nasıl vermişsem kendimi son sevdama,
Vur kendini sen de bu güzel havaya...

-Aziz Nesin-

2002'den bu yana Türkiye genelinde "85 bin" taş ocağı ruhsatı verildi!


Taş Kafa...
Görünce deprem sandım...
Üzeri zümrüt ormanla örtülü bir dağ... 
Büyük bir patlamayla, üzerindeki ağaçlarla, içindeki canlılarla dağın yarısı yarılıp aşağı indi...
Toz duman dağılınca, orada sadece toprak ve alttan çıkan kayalar kaldı...
Ve havada, yuvası ormanı, konduğu ağacı bir anda kaybetmiş şaşkın kuşlar...

Orman Bakanlığı ruhsat vermiş, müteahhit tonlarca dinamitle taş çıkartıyor...
Zaman; geçen hafta...
Yer; Isparta Göller Bölgesi...

Üzerinde ağaçları ile, yeşil ormanı ile koca dağın, vurulmuş bir beden gibi yıkılışı tüm gün gözümün önünden gitmedi...

Orman ve Su İşleri Bakanı’na sordular gazeteciler...
Bakan “Taş da lazım” dedi...

Bu doğru...
Taş lazım memlekete...
Onun için bakan yaptılar...

Şehirlerde yaşayanların gözlerinden uzak, doğa katliamının bu denli azdığı bir talan dönemi hiç olmadı...
Koy kalmadı...
Orman kalmadı...
Dere kalmadı...
Belki dünyanın en büyük doğa katliamıdır, 2B satışları sürüyor, en katı vicdan sızlar...
Ova kalmadı...
Yeşil alanları aynalı gökdelenlere, tarikat mahallelerine, sanayi bölgelerine açtılar...
Sulak alanlar satıldı...
Kuş cennetlerini kuruttular, beton mahallelere dönüştü sazlıklar...

Bir zümrüt dağın, üzerindeki yaşam ile birlikte aşağı indirilmesi, yürekli çevreciler tarafından belgelendi...
SKY Türk aralıksız yayımladı...
Belki gördünüz...

Yeşilin griye, ağacın moloza, çiçeğin çakıla, kuşun taşa dönüştürülmesinin belgesidir...
Dünyanın en ilkel toplumu böyle bir cinayete izin vermez...
Para, çıkar, avanta, yağma, talan denildiğinde din, iman öyle patlıyor işte...

Vicdan; toz...
Kafa; taş...
*
Ormanı devirip altındaki taşı çıkartsın diye bakanlık kuruldu yani...
Ve bakan koydular başına...
Memlekete taş da lazım...
Moloz da...

10 Mart 2013 - Cumhuriyet

Paulo Coelho'dan Bir Hikaye


Leonardo da Vinci ‘Son Aksam Yemeği’ isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı.İyi’yi İsa’nın bedeninde, Kötü’yü de İsa’nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda’nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı.Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında,korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti,sayısız taslak ve eskiz çizdi.Aradan 3 yıl geçti. ‘Son Akşam Yemeği’ neredeyse tamamlanmıştı,ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı.

Leonardo’nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı.Günlerce aradıktan sonra Leonardo vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.Leonardo yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.Zavallı,başına gelenleri anlamamıştı. Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.

Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:’Ben bu resmi daha önce gördüm..”Ne zaman?’ diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı.’Üç yıl önce’ dedi adam.. ‘Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce. O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum, pek çok hayalim vardı, bir ressam beni İsa’nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti..’

İyi ve Kötü’nün yüzü aynıdır.Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır.

5 Mayıs 2013 Pazar

Martı Jonathan Liningston


"Bana da böyle uçmayı öğretir misiniz?"
"Öğrenmek istiyorsan elbette."
"Çok istiyorum. Ne zaman başlıyoruz?"
"Madem istiyorsun, hemen başlayabiliriz."
"Böyle uçmayı öğrenmek istiyorum."
"Ne yapmam gerektiğini söyleyin bana."
"Düşündüğün en son hızda herhangi bir yere uçabilmek için,
daha şimdiden oraya vardığını kabul etmelisin."
"İnancı unut."
"Uçmak için inanca ihtiyacın yok, sadece uçmayı anlaman yeterli. Hadi tekrar dene..."

Richard Bach

DUR, İMKANSIZ AŞK!!!


Kim ister çölde susuz, ıssız yollarda ışıksız kalmayı.
Kim ister kendini boşluğa bırakıp, kanatsız kalmayı.
Kim ister dibe tüpsüz dalmayı,
Kim sonunun olmadığını bile bile, girer o sınırdan.
Kim hem giderken yanar, hem kaldığında.
Kimin gözlerinden yaka yaka akar göz yaşı,
Kimin kalbi alevlerin arasında dikenlerle kalır. 
Kalır da vazgeçemez, dönemez. 
Geri adımı bilir de; geri gidemez.
KİM; imkansız aşkı yaşayan!!
pehito

4 Mayıs 2013 Cumartesi

ŞAKİRT ANLATIYOR ( F TİPİ YAPILANMA )



Ben bir 'ortaokul şakirt'iyim, yani en kıdemli Fethullah talebelerinden biriyim. Aşağıda anlattıklarımı bizzat yaşadım. Sizinle paylaşmak için yine kendim yazdım.

1990'lar ;

Orta birinci sınıftaydım ve Cuma namazlarına düzenli olarak giderdim. Beni aynı semtte bulunan okulumdan ve gittiğim camiden takip ederek fişleyen ve bir gün okul bahçesinde top oynamak bahanesiyle yanıma gelen o kişi ilk 'ağabeyim' idi. Daha sonra bana ve okuldan seçtikleri fen, matematik ve Türkçe derslerinin toplam notu 21 (10'luk sisteme göre) olan arkadaşıma cami kütüphanesinde ders vermek bahanesiyle yakınlık gösterdiler. Yakınlık daha bir samimiyete dönüşünce evlerine davet ettiler. Dersler evde devam etti. Bu arada bizimle oyunlar oynuyor ve bol bol sohbet ediyorlardı. Baştan futbol içerikli bu sohbetler yavaş yavaş dini mevzulara geldi. Allah'ı tanımak, namaz kılmak derken 'Öğretmenin Not Defteri' gibi kitapları okumamızı istiyorlardı. Buna 'Sızıntı' okumaları ve adını henüz bilmediğimiz o hocanın banttaki ses kaydını toplu olarak dinlemelerimiz eşlik etti. Bize yeterince itimat kazandıklarında o sesin 'Hocaefendi' ye ait olduğunu ve kendisinin çok 'mübarek' bir insan olduğunu anlattılar.

Artık 'işi' biliyorduk ve bize adam lazımdı. Okuldaki arkadaşlarımızı nasıl 'kafalayarak' ağabeylerin huzuruna getireceğimizi öğrenmiştik. Yıllar orta üçüncü sınıfa getirdiğinde bizi artık sınavlara hazırlanma vakti de gelmişti. Bu tarihlerde Kuleli Askeri Lisesi'ne girmenin ne kadar önemli ve saygın bir iş olduğu sürekli telkin ediliyordu bize. Derken tanıdığımız birkaç arkadaşımız orayı kazandı. Biz ise devlet lisesine devam ettiğimizde okuldan arkadaş 'kafalamak' en büyük hedefimiz haline gelmişti. Okulumuzun hemen yanında bulunan 'nur evi' ne ders çalışma bahanesiyle getirdiğimiz arkadaşlarımıza yemekler veriyor onları mümkün olduğunca bu evlerde tutmaya çalışıyorduk. Bu kişilerle okulda ve başka yerlerde de 'ilgileniyor' yörüngemizden uzaklaştırmamaya çalışıyorduk. Bunların durumlarını her hafta düzenlenen 'istişare' toplantılarında ağabeylerimize anlatıyorduk. Onlar da bize ne yapmamız gerektiğini, hangi yolları adım adım takip etmemiz gerektiğini, yapmamız gereken jestlere ve takınmamız gereken mimiklere kadar anlatıyordu.

Yıl sonlarında gelen 'Sızıntı koçanları' nı bitirmemiz ve onlarca, hatta yüzlerce kişiyi Sızıntı'ya abone etmemiz her birimizden bekleniyordu. Biz ise kimisinin parasını kendi cebimizden vererek bu en kutsal yolda birbirimizle kıyasıya yarışıyorduk. Zaman aboneliği de yine bu şekilde cereyan ediyordu. Haftada okumamız gereken Kuran miktarı, Risale-i Nur ve Hocaefendi Kitapları -Pırlanta Serisi- miktarı belliydi. Bunlara ek olarak o zamanki adı 'Tuna Kırtasiye' olan 'NT Mağazaları'nda kaçak olarak çoğaltılan ve ağabeyimizin adını kullanarak arka bölümden aldığımız 'Hocaefendi Vaaz Kasetleri'nden de ağabeyimizin seçtikleri doğrultusunda dinlememiz isteniyordu. Bunların hepsinin ortak adı 'keyfiyet' idi. Bunu bir çetele halinde ağabeyimize her haftaki 'istişare' de sunmamız isteniyordu.

Hiç müzik dinlemezdik, kola içmezdik ve hep kumaş pantolon giyerdik. Kız arkadaşımız asla olmazdı, okulda yüzlerine bile bakmazdık. Sokakta hep yere bakarak ve hızlı hızlı yürürdük. Ağabeyimizin dedikleri ana-babamızdan önemliydi. Mehmet Kafkas'ın 'Geçmişi Bilmek' ve 'Milli Mücadelede Öncüler' adlı kitaplarını okuyorduk. Atatürk masondu, deccaldi. Atatürk Kemal'di, Kemal Ağa idi. Atatürk baş eğlencemizdi. Okuldaki hocaların bazısı 'duruma uyanmıştı', biz 'tedbir dairesini' genişleterek okuldan çıkınca arka sokaktan dolaşarak nur evine gidiyorduk, içeri birer ikişer giriyorduk ve asla toplu çıkmıyorduk. Bize göre iki çeşit adam vardı; 'müspet ve solcu'. Solcunun bir adı da 'kom' du. Kom, 'komünist'in kısaltılmışıydı. Ve okuldaki bazı hocalar komdu. Özelikle de felsefeci.

Üniversite hazırlık dershanesi olan FEM'e lise ikinci sınıfta da kayıt yaptırdık. Amaç hem iyi bir üniversite hem de 'hizmet' para kazansın idi. Ortaokuldan beri ailelerimizi alıştırdığımız 'ağabeylerle ders çalışma' için onlarda kalmaya gitme faaliyetlerimize ayrı bir önem vermeye başlamıştık. Bu kalma dönemlerine biz 'kamp' diyorduk. Kamplarda ders çalışılır ve uzun vadeli projelerimizi ağabeylerimize anlatarak onların direktifleri doğrultusunda yaşamımızı planlardık. Ailelerimizle ağabeylerimizi ne zaman ve nasıl tanıştıracağımızı ve her iki tarafın ne yapması gerektiğine varıncaya kadar her şey planlanırdı. Öyle ki tüm bu insanlara bir üstündeki 'not' verirdi.

Evlerin bir imamı vardı, yani evden sorumlu olan kişi. İki yada üç ev bir semte ve semt imamına bağlıydı. Semtler bölgelere, bölgeler büyük bölgelere, büyük bölgeler ilçelere, ilçeler şehirlere, şehirler ülkeye, ülkeler kıtalara, kıtalar da en sonunda Hocaefendi'ye bağlıydı. Hatta öyle ki, O Muhterem Zat'a Dünya yetmez ve evrende başkaları da varsa oraları da 'hizmet'e katmak için ne gerekiyorsa yapılmalı idi. Bu insanların hepsi birbirini denetler, not verir ve bir üstündekine durumu iletirdi. Yani şıkır şıkır işleyen koskoca bir sistem vardı.

Lise sonda FEM'in yurdunda kalmaya başlamıştık. Çekebildiğimiz kadar arkadaşı FEM'e kayıt ettirmiştik nasıl olsa sonra 'ilgileniriz' diye. Yurtta, odadaki durumdan pek haberi olmayan diğer kişileri de namaz kılma, çay içme ve türlü türlü bahanelerle yanımıza çekmeyi başarıyorduk. Yani ağabeylerle danışıklı dövüş şeklinde 'adam kafalama' tüm hızıyla devam ediyordu. Her birimizin 'ilgilendiği' arkadaşlar da zamanla 'şakirt' olma yolunda ilerliyordu. Ağabeylerimizin düzenlediği maçlar, mangal partileri, çiğköfte partilerine artık not ortalamasına falan da bakmaksızın İslami görüşe yakın ailelerden çocukları seçerek getiriyorduk. Kola serbest oldu, kot pantolon giydik.

28 Şubat sürecinde Hocaefendi'nin video ve ses kasetlerini, kitaplarını evlerden alarak kendi evlerimizde sakladık ve evlere Atatürk ile ilgili kitaplar doldurduk. Evlerin çoğu yer değiştirdi. Bazı ağabeylerimiz 'tedbir' gereği takma isim kullanmaya başladı. Cep telefonlarının pilini istişarelerde söktük. Telefonda 'Hocaefendi, hizmet, sohbet' gibi kelimeleri kullanmayı yasakladık. Bunların yerine 'maç yapmak, çay içmek, çorba içmek' gibi önceden kodladığımız filleri kullanmaya başladık. Aslında yapılan her şey 'istişare' adı altında yukardan gelen emirlerin bize verildiği toplantılarda kararlaştırılıyordu. Yani 'istişare' yoktu, belki teferruatta vardı, ama her şey bir emir zinciri vasıtasıyla bizim önümüze konuyordu.

2000'ler ;

Üniversiteye girince artık biz de 'ağabey' olmuştuk. Evlerde kalmaya ve sistemi bizzat kendimiz daha büyük sorumluluk üstlenerek yürütmeye başlamıştık. Talebelerimiz vardı, onlarla ilgileniyorduk. Aksiyon okuyorduk, artık bandrollü ve sakıncalı yerlerinden temizlenmiş Hocaefendi kasetlerini koli koli alarak herkese ama herkese dağıtıyorduk. Hocaefendi hakkında yine 'hizmet'in başka yayın evlerinden çıkmış kitapları 'mütevelli olmuş esnaf ağabeylerimizin' katkılarıyla kolilerce alıp dağıtıyorduk. Kitaplar binlerce satıyordu. Ramazanda zekât, kurban bayramlarında deri topluyorduk, kurbanlık parası topluyorduk. Amerika'dan, Hocaefendi'nin yanından gelen ağabey gelmişti bir seferinde. O anlatıyordu biz ağlıyorduk. Ardından adam başına toplayacağı büyükbaş kurbanlıkların sözünü almaya ve kayıt ettirmeye başlamıştı. Her birimizden 60-70 belki de 100-120 büyükbaş kurban parası getirmemizi istiyor ve pazarlık bu rakamlardan açılıyordu.

Bazı tanıdıklarımızın yaptığı hiçbir iş yoktu. Evde de kalmazdı. Sonradan bu kişilerin görevinin 'çok özel' olduğunu öğrendik. Bunlar Türk Silahlı Kuvvetleri'ne girmek üzere olan öğrencilerle askeri okuldayken 'ilgileniyorlar' idi. Hocaefendi'nin 'en önemli on görevden biri' saydığı bu iş için seçilmiş insanlardı. Hepimizin en nefret ettiği yer Ordu idi. Bir toplantımızda bir ağabeyimizin Ordu, Danıştay ve diğer 'solcu' kurumlar için yaptığı tanımlama ilginçti. Ağabeyimiz bu gibi kurumlar için 'artık fitne kurumlaşarak üzerimize geliyor, biz de bir an önce kurumlaşarak karşı koymalıyız' diyordu. Gazetemizi sürekli okumamız gerektiği de bir diğer telkin idi. Özkök Paşa'nın Genelkurmay Başkanı olacağı günleri ip ile çekiyorduk.

Aksiyon Dergisi'nin bir sayısında 'Ergenekon' diye bir grup kapak yapılmıştı. Bu sayıdan çok sayıda fotokopi çekerek hepimizden okumamız istenmişti. Yazıda, devlet içinde gizli bir birimin oluşturulduğu ve bu birimin amacının Arjantin benzeri sosyal patlamaların önüne geçmek, devlete zarar verebilecek oluşumlara müdahale etmek olduğu yazılıydı. Ağabeylerimiz bunun bize de müdahale edeceğini söylediler. Bu benim için bir dönüm noktasıydı.

Biz bu devletin bekasına, milletin dertlerine derman olmaya çalışmıyor muyduk? Bizi solcular engellemiyor muydu? Bizim mücadelemiz iman kurtarmak değil miydi? Bize ne toplumsal patlamaların önüne geçmek ve devleti korumak için kurulmuş bir gizli teşkilattan? Devlet hepimizin devleti değil miydi, neden korumasınlar ki? Hem bize ne diye düşman olsunlar ki?

Uyanışım;

Artık her şey saçma geliyordu bana. Biz bir emir kuluyduk ve ne denirse yapıyorduk. Çünkü toplu olarak cennete girecektik. Sorgulama yoktu, körü körüne bağlanma ve emri ne kadar çabuk yerine getirdiğine bağlı olarak sahte bir samimiyet vardı. Ama bu sahtelik genellikle bize emir verenler ve onların üstünden başlıyordu. Tabanı samimi ve bir o kadar da cahil -beyni etkisizleştirilmiş anlamında- insanlar oluşturuyordu. Bu insanlar dürüst, çalışkan ve edepli insanlardı. Ama uyuyorlardı. Üstelik biz uyutmuştuk yıllarca çocuklarını, kendilerini, karılarını, tüm yakınlarını.

Sırf 'solcularla' inatlaşma uğruna yaptığımız birçok saçma iş vardı. Bunlara en iyi örnek Yeni Yüzyıl gazetesinde Hocaefendi'nin röportajının çıktığı zamandı. Bu gazeteyi sırf solcular 'Hocalarının röportajına bile sahip çıkmıyorlar' demesinler diye balya balya aldık ve Zaman gazetesinin depolarında çürümeye bıraktık, sonra da imha ettik. Bazı yerlerde Zaman gazetesinin içine koyarak dağıtıldığını duyduk. Gazete hiçbir yerde bulunmaz olmuştu. Üç günlük röportajı on beş güne yayarak ve tirajını da ona katlayarak gazete büyük kar etti sayemizde. Bir sefer de Süleyman Demirel'in Fatih Üniversitesi' nin açılışında 'burayı doldurabilir misiniz' demesi üzerine iş-güç, okul-sınav demeden koştuk ve doldurduk orayı. Hocaefendi istiyor diye daha yeni okuduğumuz kitapları bir kere daha okuduk. Hocaefendi çağırıyor diye pılı pırtımızı topladık Amerika'da yaşamaya gittik bazılarımız. Buna da 'hicret' deniyordu. Bir keresinde, bir arkadaşıma giden biri hakkında ne zaman döneceğini sorunca bana güldü ve dedi ki 'hicret bu, dönmek olur mu'. Benim bildiğim hicret sayfası dinen kapanmıştır. Hele Türkiye gibi ibadetlerinizi rahatça yapabildiğiniz bir ülkede.

Merakım şu:

Türkiye'de halkın %99'u Müslüman.

Amerika ise, kendi deyimiyle Müslümanlara karşı bir haçlı savaşı başlatmış durumda.

Nasıl oluyor da burada rahat olunamıyor, lakin orada istediğimizi yapmamıza izin veriliyor?

ABD her yere ajanlar sokarken, iki kişi bile kendi arasında ABD karşıtı bir şeyler yapmaya kalktığında haberi olurken, nasıl bu denli büyük bir oluşuma müsaade ediyor?

Üstelik bu oluşumun biricik görevi insanları Müslüman yapmak iken?

ABD'nin yoksa insanları Müslüman yapmak gibi bir gizli amacı mı var?

Yoksa Hocaefendi ABD'nin de üzerinde büyük bir güce sahip mi ki, ABD bizimle uğraşamıyor?

Garip işler bunlar!

Bizden ABD'ye hicret etmemizi, Fatih Koleji'ndeki bir barkovizyon gösterisi sonrası Hocaefendi'nin yanından gelen bir ağabey istemişti. Ben de düşünmüştüm; bu resmen bir beyin göçü ve sermaye göçü...

O zamanlar Hocaefendi için “evden bile dışarı çıkmıyor” denmişti. Ağabeylerimiz diyormuş ki “hocam zaten çok hastasın, bari bir çık bahçede dolaş” ama Hocamız hiç çıkmıyormuş. Aynı yıllarda (…….)adlı internet sitesinde Hocaefendi'nin boy boy dışarıda çekilmiş resmi yayınlanıyormuş da haberimiz yokmuş. Biz Hocamız'a üzülüp dua etmekle vaktimizi geçiriyorduk. Bir de tabi gelen emirleri eksiksiz yapmakla.

Hocaefendi'nin Latif Erdoğan'a yazdırdığı 'Küçük Dünyam' adlı kitabından en az bir kere yazılı sınav olmamış şakirt tanımıyorum ben.

Anlamadığım bir nokta da bu işte!

Yani sen taa Amerikalardan 'diğerkamlık' üzerine, 'hizmette önde mükâfatta geri durma' üzerine göğüslerimize salvolar savur, sonra da çıkıp kendini anlatan kitaptan bizi belki beş belki on kere imtihan et. 'İmtihan Dünyası' bu olmasa gerek.

Halen 'hizmette' aktif olan ve son derecede teslimiyetçi bir arkadaşım bir seferinde şunları söylemişti, ben de yanlışı o zaman fark etmiştim:

'ne bu Hocaefendi, Hocaefendi ya... Allah var, Peygamber var ya'

Hocaefendi, Hocaefendi, Hocaefendi.. .

'Hocaefendi ne diyor bu konuda,

Hocaefendi'nin çok mühim tespitleri var bu konuda,

Hocaefendi bugün ne diyor,

Hocaefendi'nin dediklerini artık (…)sitesinden günü gününe takip edebileceğiz arkadaşlar,

Hocaefendi çok ciddi uyarıyor,

Hocaefendi çok mübarek,

Hocaefendi bizzat ilgilenmiş,

Hocaefendi adını bizzat kendi koymuş,

Hocaefendi derhal yapılsın istemiş,

Hocaefendi, arkadaşlar dikkatli olsun demiş,

Hocaefendi, arkadaşlar artık evlensin demiş,

Hocaefendi, çocuk yapın demiş,

Hocaefendi, İŞHAD'ı güçlendirin demiş,

Hocaefendi, gazete tirajının bu haliyle karşıma çıkmayın demiş,

Hocaefendi başı açık 'ablalar' la da evlenilsin istemiş,

Hocaefendi, bir dua etmiş, maçın ikinci yarısı Galatasaray iki gol atarak Real Madrid'i devirmiş,

Hocaefendi, Allah depremde İkitelli Medyası'nı 'çiftetelli' gibi sallardı ama içlerinde mübarek gazeteler de var demiş,

Hocaefendi üzülmüş,

Hocaefendi çok kederlenmiş,

Hocaefendi hastalanmış,

Hocaefendi, Asya Finans Kredi Kartı alın demiş; Ulusal Televizyon ihalesi yapılacağı gün Asya Finans'ın kasasında o kadar para yokmuş, para lazımmış,

Hocaefendi şunu demiş,

Hocaefendi bunu demiş...

Bu konuşma tarzına sıradan bir 'ışık evi'nde her gün rastlayabilirsiniz.

Nurettin Veren'e gelince;

'o ne pis bir adam öyle, tipi kayık, pis bir çıkarcı o, yalancı herifin teki' gibi yakıştırmalar yapıyorlar.

Ve size şu kadarını söyleyeyim, bu insanları asla şartlandırıldıkları haricince bir şeye inandıramazsınız. Belki size abartı gelir ama ben biliyorum ki Hocaefendi bugün atlayın ve ölün dese, sayıları binlere varabilecek kadarı bu emri de hiç çekinmeden yerine getirir. Nurettin Bey bu konuda ne söylese azdır. Hiçbir şey bu gerçek kadar sıra dışı değildir, yine bu gerçeğin tasvirleri bile.

Sonuç ;

Aklı başında herkesin de anlayabileceği gibi, bu bir karşı devrim örgütlenmesidir. Devlet içinde koskoca bir devlettir. ABD ve AB çıkarlarına koşulsuz hizmet etmektedirler. Ayrıca birçok yerde yazıldığı gibi dergileri, radyoları, televizyonları , üniversiteleri, vakıfları, ışık evleri vs. her şeyleri vardır. Öyle ki savcıları, kaymakamları, valileri, emniyet müdürleri, öğretmenleri, doktorları, istihbaratçıları (ki bu konuya doymak bilmeyen bir iştahla yanaşmaktadırlar), askerleri, milletvekilleri, bakanları vardır. Hemen hemen her büyük partinin de desteği ile bu noktalara gelinmiştir. Bence yegâne çözüm bu örgütün tüm malvarlığına el konmasından geçer. Ama sorun şu ki; kim koyacak?

Diğer insanlardan tüm bu olan biten son derece profesyonelce saklanmaktadır. Hatta çıkan yalan haberler bile buna en güzel şekilde hizmet etmektedir. Yok, Fethullah komandoları varmış; yok, kendilerini patlatacaklarmış, yok, hücre evleri varmış; tabancalar, tüfekler, bombalar varmış... Bu atmosfer onlara en çok yarayan ortamı oluşturuyor ve kendilerinin terörist olmadığını 'muhabbet fedai'leri olduğunu insanlara yaymalarına yarıyor.

Bu kişilerin ne yapmaya çalıştıkları çok iyi bilinmeli ve o kanaldan mücadele verilmelidir. Örgüt deşifre edildiğinde, ABD yerine başkasını bulmak için faaliyete geçecektir ve bu zannımca on yıl on beş yıl kadar bir zamanı alacaktır. Bu bir bölünme süreci olarak da yansıyabilir Fethullahçılara. Çünkü kurulu mekanizma en güzel şekilde işletilmektedir. Bir daha böyle bir mekanizmayı kurmak çok çaba gerektirir. Bölüp bir kısmını yine ABD emriyle kamuoyunda kötülemek, diğer kısmıyla yola devam etmek ile de bu mücadeleyi verebilirler. Yani bir daha güçlenmesine fırsat verilmeden 'meydana getirdiği boşluk' doldurulmalıdır. Ama dediğim gibi ilk iş; oyunu açığa çıkarmak ve 'Ağababası' olan ABD'nin işlerliğini yitiren bu beşinci kolunu gözden çıkarmasını beklemek olacaktı

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...