29 Ocak 2015 Perşembe

YAŞAYAN ÖLÜ



İki büyük korkum vardı.
Ruhumdan hızlı yaşlanan bir beden,
Yalvaracak kadar aciz kalmak ölmeden.
Seninle tanışmadan önce.
Çığlıklarım beyhude...
Kimse ne cinayetime aldırdı,
Ne de cenazemi kaldırdı.
Yaşayan ölülere karışmadan önce.

Tahir ÖZCAN   01-2015

23 Ocak 2015 Cuma

Karı, Kariyer, Kadın...

Haber görseliTürkiye’de yeni yılın ilk bebeğinin ehlimüslim bir aileden doğması ve kendilerine hayırlı olsuna giden bakanınMüezzinoğlu adını taşıması, elbet raslantı değildi. 
Hastanede bakan ve bakılanların oluşturduğu tablo, yakın gelecekteki toplumsal ahenk afişi. 
Herkes, Bakan Müezzinoğlu’nun “Kadının yegâne kariyerianneliktir” düsturuna takıldı. 
Oysa Sağlık Bakanı daha iyisini becerdi. 
Üç çocuk sahibi aile babasına dönüp, sanki çocukları erkekler yalnız yaparmış gibi, “Aferin sen söz dinleyenlerdensin” dedi. 
Böylece kadınların yegâne kariyeri annelikte bile “yönetici” olamadığı ve “en az 3 çocuk yapın” emrinin kocalara verilip, karıların sadece “karın işçisi” sayıldığı anlaşıldı. 
Kadının ismi yoktu, artık cismi de yok. 
Eski çağlardan hortlayan bu hazin cinsiyet ayrımcılığı, AKP rejimi için öylesine sıradan ki tersi olsaydı şaşardım!
***
İnsanlık tarihinde, tüm baskı rejimleri erkek egemenliğine dayalıdır. Ve kurdukları baskı düzeni ister din odaklı olsun, ister olmasın, tüm despotlar daima “errrkek”tir, sayın seyirciler... 
Rejimin adı imparatorluk, krallık ya da cumhuriyet olabilir. 
Despot, din adamı kılığında bir papa, sarıklı bir molla, kravatlı bir yobaz, asker üniformalı bir darbeci, faşist ya da komünist bir diktatör olabilir. 
Kimi ırk ayrımcılığı yapar, kimi din, kimi de ideoloji... 
Ama hepsinin ve dayandıkları baskı rejiminin şaşmayan ortak noktası, cinsiyet ayrımcılığıdır. 
Hangi cinsiyete diğerine eşdeğer önem biçmediklerini, bilmem söylemeye gerek var mı? 
Baskı devleti dediğiniz, faşizme karşı savaşan komünist bir cumhuriyet, laikliği tepeleyen bir şeriat cuntası da olabilir... 
Ama istisnasız hepsinin, “kadın kısmı”na ilişkin toplumsal tanım, konum ve görev projesi aynıdır!
Bu projenin en vurucu kısaltması, Alman Kayzer’i II. Wilhelm zamanında Kinder,Küche und Kirche (çocuk, mutfak ve kilise) ya da 3K diye anılan üçgene tıkılmıştır. 
Kilisenin yerine koyun cami; sanırım bizim ellere de yabancı sayılmaz...
***
Kadının 19. yüzyıldaki toplumsal konum ve görevini belirleyen formülün ilk 2 K’si ise 21. yüzyılda Nazi Almanyası’nın şiarı olmuştur. 
Adolf Hitler, 1934 Eylül ayında Nasyonal Sosyalist Kadınlar Örgütü’ne çektiği söylevde, Alman kadının evrenini, “koca, aile, çocuklar ve ev”le sınırlar. Führer’in“kahraman” dediği kadın, “sonsuz özveri ve sebat”la Almanya’nın hizmetindedir. En az 4 çocuk yapmalıdır! 
Nazi Propaganda Bakanlığı’nın Kinder und Küche diye özetlediği kadın politikası, 4 çocuktan fazla doğuran kadınları “Alman Anası Onur Haçı” madalyasıyla ödüllendirir. 
Naziler 3K’den kiliseyi kaldırmışlardır ama İsa’nın gerildiği haç, asla uzak değildir. 
Zaten doğurgan “Alman Anası”nın ödülü de salt madalya değildir. 
Hitler 1933’te “seçimle” iktidarı ele geçirdikten öteye, Nazi Partisi yeni evlilere 9 aylık ücrete eşdeğer 1000 Mark faizsiz kredi veriyordu. Çiftler, ilk çocukta bu kredinin 250 Mark’ını, ikinci çocukta 500’ünü, dördüncü çocukta hepsini geri ödemiş sayılıyordu.
***
Nazi Almanyası’nda uygulanan 2K politikası sürecinde, çalışan kadınlar ev kadınlarına verilen sosyal haklardan yararlanmak için işlerinden ayrılmaya zorlandılar. 
Tıp, hukuk ve devlet kadrolarına salt erkekler istihdam edildi. 
Nazi orduları cephelerde ağır kayıplara uğrayıp, istihdam edilecek erkek safları seyrelmeye başlayınca... 
Üçüncü Reich, “Alman Anaları” mutfaktan çıkmaya ve eksilen erkek işgücünün yerini almaya çağırdı. 
Kadınların iş hayatına dönüşüne doktrine göre kılıf uyduruluyor, “Almanya’nın size ihtiyacı var”, “Nasyonal Sosyalizme hizmet” propagandası değişmiyordu. 
Peki, kadınların döndürüldüğü iş dünyası, çalışma hayatı neydi? 
Nazilere sekreter, metres, hastanelere hemşire, “alt ırk”tan kadınların kapatıldığı temerküz kamplarına çavuş, gardiyan, işkenceci ve cellat olmak... 
Wendy Lower’ın “Hitler’s Furies” başlıklı belgesel kitabı, Alman kadın nüfusunun üçte birinin Nazi rejimine hizmette erkeklerin şiddet ve acımasızlığına parmak ısırttığını ortaya koyar.
***
Türkiye’de durum farklı mı? 
Hayır, daha beter! 
3K politikasının İslami versiyonu, tek kocaya bazen birden çok karıyı hem analık kariyeri, hem tesettür, hem de mutfağa kapatarak, Almanya’nın 19. yüzyıl Kayzer sultasını katladı. 
Kadın ya da erkek, hâlâ özgür iradeyle düşünebilen bizler; özgürlükleri elinden alınıp erkeğe verilen bu kadınların nasıl olup da böylesi bir eşitsizlik ve esarete din adına sahip çıktıklarını, hatta şiddetle savunduklarını merak ediyoruz... 
Sanırım ayrımcılığa razı, eşitsizliğe gönüllü itaatkârlığın açıklaması da 2K politikasının sonunda Alman faşistlerin “dava” için dışarda çalışma izni verdiği ve erkeklerden daha sadist çıkan kadın Naziler olgusunda saklı. 
Ülkemizde işsiz erkek bol ve istihdam eksikliği çekilmediği için, karılık, analık ve mutfak arasında sıkışan kadınlarımız, henüz mazoşist evreyi aşamadılar!
G NOKTASI 
ON DİZE 
Biz hayatı nasıl da severiz Bütün gücümüzle avuçlarız onu. Susarız, zaman açar çiçeklerini Ağlarız, yağar yağmurları yalnızlığın Ölümü istemek gibidir de aşkımız Ondan hayatı kendimize yakıştırmak isteriz Ama sededir de hayatımızın bir yanı; Çekiliriz akşamların kenarına fark edilmeyiz. F. TUĞRUL OKAY 
“Aslında tek bir ırk vardır: İnsanlık.” 
JEAN JAURES

MİNE G. KIRIKKANAT

21 Ocak 2015 Çarşamba

GÖBEKLİ TEPE

DÜNYANIN ÇÖZEMEDİĞİ GİZEM: GÖBEKLİ TEPE

    Gobelitepe
Her şey, 1983 yılının sıradan bir gününde tarlasını karasabanla sürmekte olan bir çiftçinin, toprak altında bulduğu oymalı taş ile başladı!
İhtiyar çiftçi, dünyanın gelmiş geçmiş en ‘gizemli’ arkeolojik kazılarından birini başlatacağından habersizdi.
1996 yılında Şanlıurfa Müze Müdürlüğü’nün başkanlığında Alman Arkeolog Harald Hauptmann danışmanlığında başlatılan çalışmalar, başlangıçta sıradan bir arkeoloji çalışmasını andırıyordu! Kazı devam ettikçe, klasik bir arkeoloji araştırmasından beklendiği gibi, ortaya çıkan bulguların soru işaretlerini aydınlatacağı umuluyordu.
Fakat soru işaretlerini gidereceği düşünülen bulgular, tam tersine kafa karıştırmaya başladı! Kazı alanı belirginleşmeye başladıkça, arkeologların şaşkınlığı daha da arttı! Ortaya çıkan yapılar, heykeller ve simgeler, insanlık tarihiyle ilgili bildiğimiz hiçbir şeyle uyuşmuyordu!
23 Nisan 2008’de The Guardian’ın attığı başlık kafa karışıklığını oldukça iyi anlatıyordu: “Arkeologları Sersemleten Kazı Alanı!”
Şanlıurfa’nın 17 kilometre doğusunda yer alan Göbekli Tepe’nin ünü bir anda dünyaya yayıldı! Konuyla ilgili haber ve köşeyazıları katlanarak artmaya başlamıştı! Herkes, hiçbir tarihçi ve arkeologun tatmin edici bir açıklama getiremediği Göbekli Tepe’yi konuşmaya başladı!
Gobelitepe-2
Peki neydi Göbekli Tepe’yi bu kadar esrarengiz kılan?
Göbekli Tepe kafa karıştırıcıydı çünkü, her şeyden önce tamı tamına 12.000 yaşındaydı!
Bu, insanlık tarihiyle ilgili bugüne kadar bildiğimiz her şeyi yerle bir ediyordu! Yazılmış on binlerce kitap ve yüz binlerce makaleyi çöpe attıracak bir bilgiydi bu!
Çünkü bugüne kadar yaptığımız arkeolojik kazılar ve buna dayalı olarak geliştirdiğimiz tarih bilimi, insanlığın 12.000 yıl önce henüz ‘emekleme’ çağına bile geçmemiş bir bebek olduğunu söylüyordu!
Tarih kitaplarına göre o çağlarda yaşayan insanın, henüz avlanarak ve bitki toplayarak hayatını sürdüren, dili, dini, kültürü, sanatı olmayan, yerleşik yaşama bile geçmemiş bir ‘sürü’ olması gerekiyordu!
Halbuki Göbekli Tepe’de devasa büyüklükte kayaların ayağa dikilmesiyle oluşturulmuş, özenle inşa edilmiş, özenle süslenmiş 8 ila 30 metre çapında 20 adet tapınak bulunmuştu! Tapınakta 3 ila 6 metre büyüklüğünde, 60 ton ağırlığa ulaşabilen T biçiminde dev heykeller yer almaktaydı!
Tarih bilimi altüst oluyor!
Klasik tarih biliminde, insanlığın büyük dönüşümünün M.Ö. 10 bininci yıllarda, tarımın bulunuşuyla başladığı varsayılıyordu!
Tarım yerleşik hayatı, yerleşik hayat da “binlerce yıl içinde” kültürü, sanatı ve dini, yani “Uygarlığı” meydana getirmişti.
Klasik uygarlıklar sıralaması şöyleydi:
Sümer Uygarlığı (İÖ.4000): Dicle ve Fırat
Mısır Uygarlığı (İÖ.3500 ): Nil Nehri
Maya Uygarlığı (İÖ. 2600): Güney Amerika
Hint Uygarlığı (İÖ.2500): İndüs Irmağı
Çin Uygarlığı (İÖ.1500): Sarı Irmak
Dikkat edilirse, ilk uygarlık olarak bilinen ve taş yapılar yapabilme kapasitesine sahip ilk topluluk olduğu düşünülen Sümer Uygarlığı’nın bile İ.Ö. 4000 yılında ortaya çıktığı görülmektedir!
O halde Sümerler’den 7.000 yıl önce, insanlığın henüz ok ve zıpkınlarının ucuna keskin taşlar bağlamayı bile yeni öğrendiği düşünülen bir çağda, bu büyüklükte yapılar nasıl inşa edilebilmişti?
Bilim insanları, aynı soruların benzerini daha önce İngiltere’deki “Stonehenge” ve Mısır’daki “Piramitler” için de sormuşlardı! “Teknolojinin bu denli geri olduğu bir çağda, insanlık bu büyüklükteki yapıları nasıl inşa edebilir?” sorusu, başlıca merak konusuydu!
Göbekli Tepe bulguları, bu soruları bile ‘anlamsız’ hale getirdi!
Zira Şanlıurfa’da ortaya çıkarılan tapınaklar, Stonehenge’den 7000, Piramitler’den 7500 yıl eskiydi!
Gobelitepe-3
Bazı taşlar Stonehenge’dekinden çok daha iriydi ve Stonehenge taşları kabaca oyulmuş, özelliksiz kayalardan oluşurken, Göbekli Tepe’dekiler ince resim ve işlemelerle donatılmıştı!
Göbekli Tepe’deki dev kaya-heykelleri inceleyen National Geographic araştırmacısı, konuyla ilgili belgeselde meseleyi özetleyen şu cümleyi kuruyordu: “Bu dönemde yaşayan insanların bu tapınakları yapabilmesi, üç yaşında bir çocuğun elindeki oyuncak tuğlalarla Empire States’i inşa etmesine benziyor!”
Anlaşılması güç sembolizm!
İnsanlığın Sümer ve Mısır yazısını daha yeni çözdüğünü ve bu toplumları anlamak için bu yazılı metinleri kullandığı düşünülürse, Göbekli Tepe’nin daha uzun süre “gizem” olarak kalacağını söyleyebiliriz.
Zira 12 bin yıl önce yaşayan bu insan topluluklarıyla ilgili elimizde “yazılı” hiçbir bulgu yok!
Günümüzden o kadar eskide yaşamışlardı ki, “Kimdiler, neye inanırlardı, nasıl yaşarlardı ve ne düşünürlerdi?” gibi sorulara verebileceğimiz hiçbir yanıt bulunmuyor!
Kayalar üzerine işlenen motiflerin anlamını çözmek bu yüzden oldukça zor.
T şeklindeki sütunların tümü, ‘insan şeklinde’ resmedilmiş. Ellerini kasıklarının üzerinde birleştiren dev insanlar. Yine Göbekli Tepe’de bulunan ve dünyanın en eski heykeli kabul edilen heykel figürü de, yine ellerini kasıklarında birleştirmiş bir insanı betimliyor. Bu ve buna benzer sembolizmlerin ne anlama geldiğini kimse bilmiyor!
Gobelitepe-4
Üstelik, Göbekli Tepe’deki gizem ve bilinmezlikler bu kadarla da sınırlı değil. 20 tapınak, inşa edilmelerinden tam 1000 yıl sonra tonlarca toprak taşınarak örtülüyor ve üzerleri tamamen kapatılıyor.
Yapımı için büyük çaba harcandığı belli olan bu muhteşem tapınakların neden daha sonra yine muazzam bir emek harcanarak gömüldüğünü anlamak mümkün değil!
Göbekli Tepe’nin gizemi o denli büyük ki, ona gösterilen uluslararası ilgi her geçen gün daha da büyüyor! Geçtiğimiz günlerde Göbekli Tepe’yi manşete taşıyan İngiliz Guardian Gazetesi, bölgenin yakında “Mısır Piramitleri” kadar ünlü olacağını açıkladı!
Belli ki, önümüzdeki yıllarda Göbekli Tepe daha çok konuşulur, daha çok tartışılır olacak. Türkiye’de yaşayan herkes, bunun ülkesi için ne kadar büyük önem taşıdığının bilincinde olmalı!
Gobelitepe-5

18 Ocak 2015 Pazar

RUBAİLER


'Irmaklarından şaraplar akacak' diyorsun, Cennet-i alâ meyhane midir?
'Her mümin'e iki huri' diyorsun, Cennet-i alâ kerhane midir?
Tanrı bize cennette vaat ettiği şarabı, Niçin haram etsin bu dünyada, akla sığar mı?
Bir sarhoş arap, devesini vurmuş Hamza'nın, Peygamber de yasak etmiş arap'a şarabı.
Beni özene bezene yaratan kim? Sen. Ne yapacağımı da yazmışsın önceden.
Demek günah işleten de sensin bana, O zaman nedir o cennet cehennem?
Kim senin "yasa"nı çignemedi ki söyle? Günahsız bir ömrün ne tadı kalır söyle.
Yaptığım kötülüğü kötülükle ödetirsen eğer, Seninle benim aramda ne fark kalır ki söyle.
Tanrı bizi çamurdan yarattıgında, Biliyordu bu dünyada ne işimiz olacak.
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir, O halde cehennemde beni niçin yakacak?
İsyan edip karşında duracağım, neredesin? Karanlığı, ışığa yoracagım, neredesin?
İbadete karşılık cenneti alacaksam, 'Bağış mı ticaret mi' diye soracağım, neredesin?
Kör cehalet çirkefleştirir insanları. Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var elbet, Lakin bir lâfa bakarım laf mı diye, Bir de söyleyene, bakarım adam mı diye.
Dünya, üç beş bilgisizin elinde, Sanırlar ki tüm bilgiler kendilerinde.
Üzülme, eşek eşeği beğenir. Bir hayır var sana kötü demelerinde.
Sen bu dünyanın sırrına eremezsin, Erenlerin dilini de sökemezsin.
Öyleyse iç şarabı, cennet et dünyayı, Öteki cennete ya girer, ya giremezsin.
Niceleri geldi, neler istediler. Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.
Sen hic gitmeyecek gibisin değil mi? O gidenler de hep senin gibiydiler.
İçin temiz olmadıktan sonra, Hacı hoca olmuşsun kaç para.
Hırka, tespih, post, seccade güzel, Ama TANRI KANAR MI BUNLARA?
Sen sofusun hep dinden dem vurursun, Bana da sapık dinsiz der durursun.
Peki, ben ne görünüyorsam O'yum, YA SEN NE GÖRÜNÜYORSAN O'MUSUN?
Sen içmiyorsan içenleri kınama bari. Bırak aldatmacayı iki yüzlülükleri.
ŞARAP İÇMEM DİYE ÖVÜNÜYORSUN AMA, YEDİĞİN HALTLAR YANINDA ŞARAP NEDİR Kİ?
Ey kara cübbeli senin gündüzün gece, Taş atma dünyayı bilmek isteyenlere.
ONLAR YARATANIN SANATI PEŞİNDELER, SENİNSE AKLIN ABDEST BOZAN ŞEYLERDE.
Ben kadehten çekmem artık elimi; Tutmam senin kitabını minberini.
Sen kuru bir softasın, ben yaş bir sapık. CEHENNEMDE SEN Mİ DAHA İYİ YANARSIN, BEN Mİ?
Seni kuru softaların softası seni, Seni cehenneme kömür olası seni.
Sen mi haktan rahmet dileyeceksin bana? HAKKA AKIL ÖĞRETMEK SENİN HADDİNE Mİ?
Yaşamın sırlarını bileydin, Ölümün de sırlarını çözerdin.
Bugün aklın var, bir şey bildiğin yok. YARIN AKILSIZ NEYİ BİLECEKSİN?
Ey kör! Bu yer, bu gök, bu yıldızlar, boştur boş! Bırak onu bunu da gönlünü hoş tut hoş!
Şu durmadan kurulup dağılan evrende. BİR NEFESTİR ALACAĞIN, O DA BOŞTUR BOŞ!
Ömer Hayyam

CİGULİ


Cenajans’ın kocaman binasının arkasında yoldan bakınca görülmeyen birkaç gecekondu vardı. Ciguli bu gecekondulardan birinde yaşıyordu. Onu ilk gördüğümde kedi sanmıştım, meğer köpekmiş. Ufacık boylu, her daim yavru köpek gibi görünen ve tüm kirine rağmen yine de bembeyaz bir köpekti.
Çok uzun zamandır selamlaştığımız ama hiç konuşmadığımız için adı hep “Abi” olan, bir abinin köpeğiydi. Abi, Cenajans’ın arka duvarındaki gecekondusunda oturur, bahçesinde Ciguli ile oynaşırdı.
Gitgide Ciguli’yle daha samimi olduk. Sabahları arabamı park etmek için arka otoparka doğru girerken Ciguli ile karşılaşacağım anı heyecan ve mutlulukla beklemeye başladım. Kapıyı açar açmaz Ciguli’nin aşağıdan bakan gözlerini görürdüm ve bu beni çok mutlu ederdi.
Ciguli’yi “Oy, oy, oy” diye severdim. Kendinden geçerdi. Hoplar, zıplar, yere yatıp karnını okşatır, üstüme çıkmaya çalışırdı. İşe geç kalmak pahasına otoparkta dakikalar geçirirdim. Bazen Abi de yanımıza gelir: “Ne oy meraklısı adamsın be Ciguli” derdi. “Oy” tüm köpeklerin en sevdiği sözdür, bu sözcüğü duyar duymaz kuyruklarını sallamaya ve neşeli danslar etmeye başlarlar. Oy konusunda köpeklerin siyasetçilerden iki farkı vardır: Sadakat ve sevimlilik.
Zaman geçtikçe Ciguli benim peşimden ajansa kadar yürür oldu. Abi bu durumu hem anlayışla, hem kaygıyla karşılıyordu. Ciguli ajansın bahçe kapısına kadar geliyor, ben bahçeden yürüyüp binanın içine girene kadar arkamdan bakıyordu. O kadar sevimliydi ki, asık yüzlü olma eğitimi alan güvenlik görevlileri bile Ciguli’yi görünce yumuşuyordu. Çünkü Ciguli’ye bakıp gülümsememek elde değildi.
Bir gün Abi’ye sordum. “Ciguli peşimden gelmek istiyor. Benimle ajansa girsin mi? Sizin için bir sakıncası var mı? Sıkılırsa geri getiririm.”
Abi bir Ciguli’ye, bir bana baktı. Birkaç saniye sessiz kaldı. Mendebur Ciguli, bu gerilimi yaşıyormuş gibi bekledi ve “baba”sı nihayet “pekala” deyince de kuyruğunu sallamaya başladı.
Retina, zetina, parmak izi, dna kontrolü isteyen kapıları bir bir açıp Ciguli ile reklam dünyasının mabedinin içine girdik. İki yüz çalışanın olduğu ve çoğu insanın birbirini tanımadığı ajansta Ciguli bir anda en meşhur kişi oldu. Müşteri temsilcilerinin arasından dalıyor, startejik planlamadan çıkıyordu; Telsim grubunun içinde dans edip, Yaşar grubunun ortasında zıplıyordu.
Gecekondu güzeli Ciguli artık herkesin aşkıydı. Onun bu hızlı “sınıf atlaması” haber değerini artırıyordu. “Arkadaki gecekondudan geldi, ajansı zaptetti” diye başlayan cümlelerin şehveti; ilginç bir şekilde hemen herkesin kendisiyle Ciguli arasında özdeşlik kurmasından kaynaklanıyordu.
Ciguli ajansa hiç yabancılık çekmedi. Sanki doğma büyüme oralıydı ve sanki her yeri bizden daha iyi biliyordu. Artık her sabah Ciguli ile birlikte ajansa giriyordum. Normal zamanda bana selam vermeyen soğuk tipler Ciguli’nin hatrına “Ooo, hoşgeldiniz” diyordu.
Ajans bahçesinde onlarca köpek olmasına rağmen, bina içine köpek sokulmazdı. Arada sırada Feryal Pere’nin oyuncu Golden’ı teşrif etse de, kirli bir sokak köpeğinin içeride dolaşmasına birilerinin karşı çıkmasını bekliyordum. Ama böyle bir itiraz hiç gelmedi. Bunun nedeni belki ajansın sahibinin de köpek delisi olması, belki kimsenin bana bulaşmak istememesi veya belki (ki en mantıklı açıklama bu olmalıydı) Ciguli’nin inanılmaz sevimliliğiydi.
Ciguli kısa sürede ajansın demirbaşı oldu. Gün içinde ayaklarımın dibinde uyuyor, atölyede bir yürüyüşe başlarsam hemen uyanıp peşimden geliyordu. Akşamları beraber çıkıyorduk. Ben arabama binerken, o da gecekondusuna giriyor, koşturmayla geçen bir günün yorgunluğuyla “babasının” kollarına atlıyordu.
Nail Keçili’nin kızı Nazlı da köpeklere bayılırdı. Ciguli’yi o da çok seviyordu. Ciguli, Nazlı ile birlikte yönetim kurulu toplantılarına da girmeye başladı. Uzun bir toplantıdan çıktıktan sonra bir baktım ki, Ciguli kuaföre gitmiş, harika bir kırmızı tasma takmış ve özel şampuanlarla öyle bir yıkanmış ki büsbütün kartopuna dönmüş.
O gece Cenajans’ta bir parti vardi. Ciguli partinin de yıldızı oldu. Hülya Avşar Ciguli’yi görünce bir çığlık attı, onu kucağına alıp uzun uzun sevdi. Ertesi gün tüm magazin basınında Hülya Avşar ve kollarındaki Ciguli vardı. Televizyonlar günlerce bu minik köpeği konuştular. Hatta bir magazin gazetesinde “Gecekondudan Zirveye” başlıklı bir haber çıktı. “Zirve” Hülya Avşar’ın kollarıydı.
Bir gün bankaya giderken Ciguli’yi de yanımda götürdüm. Ciguli’yi yolda araba tuttu ve kusmaya başladı. Arabayı durdurup temiz hava alması için pencereyi açınca birden arabadan dışarı atladı. Dört patisinin var gücüyle evinin yönüne koşmaya başladı. Yeniköy İstinye arasındaki rampada Ciguli önde ben arkada trafiği alt üst eden çok tehlikeli bir kovalambaç oyununa başladık. O gün ikimiz de nasıl ezilmedik bilmiyorum.
Bir iki gün sonra Ciguli’nin ölüm haberi geldi. Sanırım benden görüp bir başkası da onu arabasına almış ve pencereyi açar açmaz Ciguli yola atlamış. Var gücüyle evinin yönüne koşarken bir arabanın altında kalmış. Kolay da ölmemiş.
Tüm ajansı sessizlik kapladı. Kimse bir yorum yapmadı. Ciguli hayattayken “başarısı”ndan pay çıkarmak herkesin işine geliyordu. Oysa şimdi hepimiz kendi uğursuz iç sesimizin yankılandığı mağaralara çekilmiştik.
Gecekonduya gidip “Abi”nin kapısını çaldım. Çok üzgün olduğu belliydi. Ben de çok üzgündüm.
O kısacık anda hiç ses çıkarmadan uzun uzun konuştuk.
Büyük akordiyon sanatçısı gerçek Ciguli'ye, Azer Bülbül’e, Whitney Houston’a, Amy Winehouse’a; zirvenin sahte kucağından kaçıp evine koşmak isteyen tüm yalnız yıldızlara selam olsun.

9 Ocak 2015 Cuma

DUR

Dur!
Pasaklı bir sokak kedisini okşamadıysa ellerin,
Dokunma bana...
Sen beni de sevemezsin.

Ben...01-10-2015

4 Ocak 2015 Pazar

OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE ALKOLE BAKIŞ


ADI: Osmanzade Taib Ahmed (1660-1724). Şairliği, padişah özel kátipliği ve tarihçiliği vardı. 11 kitap yazdı:
"Hadikatü?l-müluk" adlı eserinde; Sultan I. Osman?dan II. Mustafa?ya kadar 22 padişahın hayatını kaleme aldı.
"Hadikatü?l-vüzera" adlı kitabında ise, ilk Osmanlı veziri Alaaddin Paşa?dan, Rami Mehmed Paşa?ya kadar 108 sadrazamının hal tercümelerini yazdı.
Bizim yararlanacağımız kitabının adı ise "Telhisü Mehasini?l-adab".
Kitabın adından da anlaşıldığı gibi Taib Ahmed Efendi?nin bu eseri; meşhur Arap ilahiyatçı/edebiyatçı Cahiz?in (776-868) "Minhacü?s-süluk" ile tarihçi Mustafa Ali Efendi?nin (1541-1600) "Mehasinü?l-adab" isimli kitaplarının sadeleştirilmiş bir özetiydi.
Sadrazam Damat İbrahim Paşa?ya takdim edilen bu eser 15 bölümden oluşuyordu. 3?üncü bölümde, İslam halifeleri ve Osmanlı padişahlarının özel hayatlarına ilişkin bilgiler mevcuttu.
BAYEZİD?İ İÇKİYE EŞİ ALIŞTIRIYOR
"Telhisü Mehasini?l-adab" adlı esere göre, Osmanlı?nın ilk sultanları ağızlarına içki koymamışlardı.
İlk padişah Osman Gazi, dini bütün Şeyh Edebali?nin damadı olduğundan "kadehin gül rengine rağbet etmemişti".
Ancak: Bu eserin aksine, bazı tarihçilere göre, Osman Gazi Bizanslı beylerle (tekfur) şarap içmişti. Taib Ahmed?e göre, Osman Gazi?nin oğlu Orhan da içkiden uzaktı.
Her iki padişah da içmiyordu ama toplantılarında komutanlarına iltifat etmek maksadıyla içki/"dolu" sunmuşlardı. Bu adet, Yıldırım Bayezid, Çelebi Sultan Mehmed ve Sultan I. ve II. Murad döneminde de devam etmişti.
Taib Ahmed?e göre, "Fatih Sultan Mehmed Han ve Sultan Bayezid-i Veli, komutanları ve vezirleriyle arada sırada iyşü nuş (içki álemi) ederlerdi. Hatta Bayezid-i Veli, Sadrazam Gedik Ahmed Paşa?yı işret (içki) sırasında katletmişti".
Yine kitabın aksine, bir iddiaya göre, Yıldırım Bayezid içki içiyordu. Padişahın içki ve bezm (içki meclisi) düşkünlüğünün sebebi, eşi Sırp prensesi Maria Despina (Olivera) idi.
LAKABI ?SARHOŞ? OLAN PADİŞAH
Dönelim tekrar Taib Ahmed Efendi?nin kitabına:
Yavuz Sultan Selim içki kadehine fazla iltifat etmezdi, ancak ara sıra içerdi. Heyhat, çabuk sarhoş olup şiir okurdu. Bir gün bir eğlence sırasında yine sarhoş oldu; ayağa kalktı; elindeki kadehi öne doğru uzattı ve üzümden ilk şarabı çıkardığı iddia edilen İran Şahı?nı anımsayıp şiir okudu:
"Bint-ül inebin bikrini Cem etti izale."
(Üzümün kızının bekáretini Cem yok etti!)
Kanuni Sultan Süleyman?ın, ilk zamanlarında musiki dinlerken içki içmişliği vardı. Ancak daha sonra içkiyi yasakladı.
"Osmanlı?nın yasağı üç gün sürer" deyimi doğruydu. Kısa bir zaman sonra içki yasağı unutuldu, meyhaneler yeniden açıldı.
Padişahlar arasında içkiye en düşkün isim II. Selim?di. Lakabı "Sarhoş" idi. Bu dönemde sınırsız içki serbestliği vardı.
İlginçtir, II. Selim içkiye düşkün olmasına rağmen, beş vakit namazını da kaçırmazdı. Ve sonra, Halvetiyye Şeyhi Süleyman Efendi?nin telkiniyle içki içmeye tövbe etti. Hatta bir gün hastalandığında hekimlerin iyileşmesi için verdiği ilacı, "içinde içki vardır" diye içmedi.
İçkiye karşı padişahlardan biri de III. Murad?dı. İçki içmediği gibi huzurunda lafının edilmesinden bile hoşlanmazdı. Bunun altında yatan sebep ise şuydu: Şehzadeliği sırasında babası II. Selim bir gün kendisini içki sofrasına çağırdı. İçki içmesine izin verdi. Ama padişah daha önce Harem Kethüdası Hekimbaşı Kurdoğlu?na, şarap kadehinin içine baş ağrısına neden olacak bazı maddeler koymasını istemişti. Şehzade bu oyundan habersiz şarap kadehini ardı ardına içince birkaç gün baş ağrısından duramadı ve içkiye tövbe etti.
Bir diğer padişah, III. Mehmed de babasının yolundan gitti; içki içmedi. Ama onun döneminde Osmanlı kötü bir alışkanlıkla tanıştı: Tütün.
Allah?tan tütün günah değildi!
Osmanlı padişahlarının içkiyle ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu.
İçki yasağı bazen şiddetle uygulandı, bazen ise görmezden gelindi.
Bu uygulamalarda, padişahların kişisel yaşamlarının etkisi vardı:
Örneğin, I. Ahmed çok dindardı ve onun döneminde içki yasağı çok etkiliydi.
MEYHANEYİ ÖVEN ŞEYHÜLİSLAM
Osmanlı Devleti için 17. yüzyıl, "duraklama" dönemiydi.
Osmanlı savaş kaybettikçe gericileşti. İçki yasakları bu dönemde arttı. Tüm kötülüklerin sebebi bu uğursuz içkiydi!
IV. Murad kendisi içmesine rağmen halka alkol, sigara ve kahve kullanılmasını yasakladı. İçki içenler darağaçlarında sallandırılırken IV. Murad?ın Şeyhülislamı Zekeriyazade Yahya Efendi bakın şiirinde ne diyordu:
"Mescitte riyamişler etsin ko riyayı/ Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai..." (Bırak mescitte ikiyüzlüler devam etsin riyakárlığa/ Sen meyhaneye gel ki orada ne riya var ne riyakár.)
Eee, şimdi bu şiiri nasıl değerlendireceğiz?
Neyse devam edelim.
Sultan İbrahim döneminde yeni keyif verici maddeler ortaya çıktı: Bunların başında, burundan çekilen enfiye (burun otu) vardı.
Bir tür uyuşturucu olan enfiyeyi zamanla padişahlar ve sadrazamlar kullanacaktı.
Bir sonraki padişah IV. Mehmed, avcılığa ve eğlenceye çok düşkün olmasına rağmen içkiden uzak durdu. Hatta yasakları katılaştırdı.
Ve 17. yüzyıldaki içki yasağı, Osmanlı?yı yeni bir alkol çeşidiyle tanıştırdı: Rakı.
Rakı, -görünürde sudan farklı olmadığı için-, içki yasağını delmek maksadıyla Osmanlı?ya giriverdi.
Görüldüğü gibi, bize ait zannettiğimiz rakı maalesef "milli içkimiz" değildi. "Rakı" sözcüğü Türkçe değil Arapça?ydı. Arap ülkelerinde "arak" denilmekteydi.
Rakıyı Osmanlı Sarayı da pek sevdi. III. Ahmed, çoğunlukla geceleri hünkár sofasında, balkonda yumuşak yastıklar içinde yarı yatmış bir halde oturur, sadrazamı, şairleri ve dalkavuklarıyla rakı içerdi.
Bir sonraki padişah I. Mahmud da içkiyi seviyordu.
İçkinin seyri 18. yüzyılda da değişmedi. Bazen yasaklandı, bazen serbest bırakıldı.
Ne zaman paraya ihtiyaç duyuldu, içki içimi serbest bırakıldı. Çünkü alkolün alım satımından alınan "Zecriye Vergisi" hayli yüklüceydi!
Fındıklı Mehmed Ağa bu durumu "Silahdar Tarihi" adlı eserinde şöyle yazdı:
"Hazine çok sıkıntı içindeydi, içki yasağı kaldırıldı. Meyhanelere ve tütün içmeğe izin verildi. Tütüne de ayrıca gümrük kondu."
Aynen bugün gibi, ithal edilen içkiden alınan fon getirisi hayli iyiydi.
EN İÇKİCİ PADİŞAH: II. MAHMUD
Osmanlı Sarayı tarih boyunca ne trajedilere tanıklık etti: III. Mustafa, yemeğine zehir konularak öldürüleceği korkusu nedeniyle hep panzehirler kullandı ve bunun sonucu uyuşturucu bağımlısı oldu!
Osmanlı?da içkiye savaş açan son padişah, III. Selim oldu. Musikiye olan ilgisiyle bilinen bestekár padişah, ne kadar meyhane varsa hepsini kapattı. Yasağa rağmen içki içmekte ısrar edenleri astırdı.
Sonra ne oldu:
Son dönem Osmanlı padişahları arasında içkiye en düşkün kişi II. Mahmud, yasakları deliverdi.
Tarihçi Necdet Sakaoğlu?na göre, Abdülmecid içki bağımlısıydı; bazı geceler körkütük sarhoş durumda mabeyinciler tarafından arabasına konulup saraya götürülürdü.
II. Abdülhamid?in anılarına göre, kardeşi padişah V. Murad?ı içkiye alıştıran, geceleri sık sık buluştuğu şair Namık Kemal?di.
II. Abdülhamid?in de içtiği biliniyor. Ama o ne rakı, ne şarap içiyordu. O, "şeker suyu" rom içiyordu!
"Batıcı İttihadcılar?ın Padişahı" V. Mehmed Reşad, ağzına içki koymazdı.
"Hain olup olmadığına" henüz karar verilemeyen son padişah Sultan Vahideddin de içki kullanmayanlar arasındaydı.
Gelelim sonuca: Şimdi biz meseleyi "ayık kafa" sorununa indirgeyip padişahların, şehzadelerin içki içmelerindeki temel meselelere gözümüzü kapatıp, "Osmanlı?yı büyütenler, ayık kafa ile gezmiyordu, batıranlar ise hep ayıktı" gibi absürd bir değerlendirme yapabilir miyiz?
Ama ne yazık ki yapanlar var!
İÇKİ İÇEN HALİFELER!
OSMANZADE Taib Ahmed?in "Telhisü Mehasini?l-adab" kitabında İslam halifelerinin içkiyle ilişkileri de yer alıyor.
Halifeler fethettikleri topraklarda içkiyle tanışmışlardı. Oysa İslam?ın ilk yıllarında sert bir yasak vardı.
Hz. Ömer, hamamda vücudunu şaraplı suyla yıkayan Halid Bin Velid?e, "Şarabın içilmesi kadar vücuda sürülmesi de yasak" demişti.
Gelelim halifelere...
Tarihçi Taib Ahmed Efendi, halifeler hakkındaki bilgileri, İslam dünyasının önemli ilim adamları arasında gösterilen Cahiz?in (776-868) "Minhacü?s-süluk" adlı kitabından almıştı.
Bu kitapta, içki içen Emevi ve Abbasi hükümdarları şunlardı:
"Müslümanlar arasında içkinin yayılmasının nedenlerinden biri de, Emevi halifelerinden Yezid Bin Muaviye, Abdulmülk Bin Mervan, Yezid Bin Abdulmülk, Velid Bin Yezid gibi kimselerin içki düşkünü olmalarıydı. Arap hükümdarlarından Numan ve Hişşam ile küçük emirliklerden çoğu haftada bir gün işret ederlerdi (içerlerdi).
(...) Emevi hükümdarlarından Yezid bin Velid ayyaş idi; vaktini sarhoş olup ayılmakla geçirirdi. Abdülmelik ayda bir kere; Velid Bin Abdülmelik haftada bir kere; Süleyman ve Merdan Bin Mehmed üç günde bir kere içerlerdi.
(...) Abbasiler?den zevkusefa sofralarına en ziyade rağbet eden halifeler; Hadi, Reşid, Emin, Me?mun, Mu?tasam, Vasık, Mütevekkil idi. Abbasi halifelerinden Ebul Abbas haftada bir kere salı gecesi içerdi. Hadi ve Mehdi iki günde bir kere; Harun ve Me?mun haftada iki kere içerdi. Bunlar nihayet giderek ayyaş olmuşlardır. Mu?tasım, perşembe ve cuma günlerinde ve toplantılarda içerdi. Ama Vasık, cuma gecesi ve toplantı günlerinde içmez, diğer geceler içmezse uyuyamaz, rahat edemezdi."
Emevi ve Abbasiler?den içki düşkünleri olduğu gibi içkiye karşı hükümdarlar da vardı. Örneğin, Emeviler?den Ömer Bin Abdülaziz ve Abbasilerden Muhtedi ile Mansur gibi birçok halife de içkiye karşı mücadele vermişlerdi.
Fatimiler?den Mustansır içki sofraları kurdurmasıyla bilinirken, Hakim Biemrillah tam tersine içkiye düşmandı.
İslam içkiye izin vermiyordu. (Maide Suresi 90-91 ve Bakara Suresi 219).
İslam inancına göre içkinin bir damlası bile haramdı. İçki murdardı. Bu nedenle içenlerin cezaya çaptırılması gerekiyordu.
Bin Harep, Velid Bin Akabe, Yezid Bin Muaviye, Ömer Bin Hattab vs. İslam?da içki cezası alan ilk isimlerdi. Aslında mazeretleri vardı: "Biraz ferahlamak" ve "türlü düşüncelerden kafalarını kurtarmak!" gibi.
Nedeni ne olursa olsun, yasağa, cezaya rağmen, bazı halifeler hem de konumlarını bile göz ardı ederek, haram olduğunu bile bile içki içmişlerdi.
Eh ne diyelim; günahları boyunlarına!
BUNLARI BiLiYOR MUYDUNUZ?
TÜRKLERİN milli içkisi, kısrak sütünden mayalanma yoluyla yapılan kımızdır. 1960?lı yıllarda bazı Türkçü/Bozkurtçu gençler rakı, şarap değil, "milli içki" diye kımız içerlerdi. Ülkücülüğe ne zaman "Türk-İslam Sentezi" yerleşti, bu hareket içinde kımız içme geleneği son buldu.
İçki yasağı hiçbir dönemde hiçbir ülkede tam olarak uygulanamaz. Ayrıca bazı İslam düşünürleri, kimi hadislere dayanarak İslam?ın içkiye izin verdiğini ispat etmeye çalışırlar. Bunlardan biri de Milli Şair Mehmet Akif Ersoy?un damadı, ilahiyatçı Ömer Rıza Doğrul?dur. İslamiyet ve dinler tarihi üzerine eserler vermiş Doğrul, iyi bir içiciydi. Sirkeci?deki Konyalı Lokantası?nda hem içkisini içer, hem de yazılarını kaleme alırdı. Kuran-ı Kerim?i "Tanrının Buyruğu" adıyla Türkçe?ye çevirdi. "Çeviri parasını içkiye yatırdı" diye çok eleştirildi.
Milli Şair Mehmet Akif Ersoy, 24 yaşına kadar içti, sonra bıraktı. Yakın arkadaşı Neyzen, Mehmet Akif?i içkiye başlatmak, Mehmet Akif ise Neyzen?e içkiyi bıraktırmak için çok uğraştı. İkisi de başarılı olamadı.
Türk ressamları arasında en çok içki içenlerden biri de Çallı İbrahim?di. Neyzen, bir akşam elinde rakı şişesi Çallı İbrahim?e giderken, Bakırköy Hastanesi?nin başhekimi Mazhar Osman?la karşılaştı. Mazhar Osman, daha hastaneden yeni çıkan Neyzen?i elinde şişe ile görünce çok kızdı. Hemen şişeyi kendisine vermesini istedi. Neyzen, içkinin yarısının Çallı İbrahim?e ait olduğunu söyledi. Mazhar Osman, "O halde hemen yarısını boşalt" dedi. Neyzen, "Boşaltamam, üstteki bölüm Çallı?nın" yanıtını verdi!
Türkiye?deki siyasal İslam?ın manevi lideri Necip Fazıl Kısakürek, uzun bir dönem içki içip kumar oynadı. Ama daha sonra ikisine de tövbe etti.
Şair Yahya Kemal, içki masasında en küçük bir münasebetsizliği bile hoş karşılamazdı. Yakın arkadaşı Yakup Kadri Karaosmanoğlu?ndan öğrendiği Bektaşilerin, "Masaya nasıl oturdunuz ise öyle kalkınız" sözünü pek severdi.
İslami temelde gelenekten kopmayan Batılı bir yaşamı savunan şair Namık Kemal, rakıya pek düşkündü. Babası, II. Abdülhamid?in Müneccimbaşısı Mustafa Asım her mektubunda adeta oğluna yalvarırdı: "N?olur şu içkiyi biraz azalt!"
Bülent Ecevit içki sevmezdi. Turgut Özal, Semra Hanım?ın ısrarıyla sadece bir kadeh konyağa hayır demezdi. Süleyman Demirel ise keyifli olduğunda bir iki kadeh içerdi.
Soner Yalçın

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...