27 Ocak 2012 Cuma

armağan

“Ortaokul son sınıftayım, babam Çankırı’da görevli, subay lojmanlarında oturuyoruz, tüm arkadaşlarımın bisikleti var, bir benim yok. Sınıfı da geçtik. Babama gittim, ‘bana bir bisiklet alır mısınız?’ dedim.

‘Çalış kendin al’ cevabını aldım. ‘Nasıl?’. Beni aldı, Çankırı’nın göbeğinde herkesin gülüşüyle tanıdığı ‘Neşeli’ diye bir manav vardı, ona götürdü, bir kasa limon aldı, bana verdi, ‘Borcun şu... kadar, bir ay sonra ödersin’ dedi. Kişiliğe bak, biz bisiklet istiyoruz, babamız limon kasası alıp veriyor, çok hırslandım ve sinirlendim. Ertesi gün çarşamba sabahı erkenden Çankırı pazarına gidip limon kasamı koydum ve satışa başladım. Lojmandan tanıdığım teyzeler geçiyor, arkadaşlarımın anneleri, kıpkırmızı oluyorum. Bir süre sonra olayı duyan arkadaşlarım sökün etti. Ayaklarda Nike’lar, Adidas ayakkabılar, havalı kotlar. Ben güneş altında limon satıyorum, karizma falan kalmadı. ‘–Oğlum çok zevkli’, ‘–Hadi yaa?’. Sonraki hafta arkadaşlarım ellerinde benim limonlardan onar tane alıp pazarı dolaşmaya başladılar. Bu arada ben rüyalarımda ve gündüzlerimde babama karakter atıyorum.

İki ay sonra biriktirdiğim paralarla babamın kitap okuduğu odaya girdim, parayı masanın üzerine bıraktım, ‘Git bana bisiklet al!’ dedim ve çıktım. Türk filmlerinden çalışılmış bir sahne. Nasıl gurur, nasıl gurur! Babam bana bal renkli, vitesli Polo marka harika bir bisiklet aldı. Yıllar sonra benim babamın önüne koyduğum parayla bırakın bisikleti, o bisikletin pedalını alamayacağımı farkettim. Bana belli etmeden, paranın ve çabanın değerini öğretmişti. Babasından aldığı harçlıklarla büyüyen bir çocuk olsaydım bugün sahip olduğum mücadele ruhunun çok ufak bir bölümüne bile ulaşamayacaktım. O günden sonra bir daha babamdan para istemedim (yine ‘bir şeyler sattırır’ diye değil). Yıllar sonra kendi şirketimi kurarken ihtiyacım olduğunu hissettiklerinde annem ve babam arabaları da dahil neleri varsa zorla verdiler.

Çocuğunuza verebileceğiniz en iyi armağan iyi bir örnektir.”

AHMET ŞERİF İZGÖREN

'O' an

Günlerdir 2 demir lirayı elimde çevirip duruyorum.
2 Türk lirası…
Bazılarınız yere düşse eğilip almazsınız.
Para üstü olsa aldırmazsınız.
Harçlık diye, bahşiş diye, sadaka diye verilse surat asarsınız.
...Hepi topu 2 lira….
* * *
6 Şubat gecesi Şanlıurfa’ya çok yağmur yağdı.
Ceylanpınar Tarım İşletmesi arazisi içinde bulunan Çırpı Deresi taştı; üzerindeki stabilize geçişi tahrip etti.
O geçişten bir kamyon geçmeye çalışıyordu o gece…
Kamyonun kasasına 44 kişi binmişti. Çoğu kadın ve çocuktu.
Tarım İşletmeleri çiftliğine, koyun sağmaya gidiyorlardı.
Kamyonun şoförü yolun çöktüğünü fark etmedi; araç Çırpı Deresi’ne uçtu.
Kasadaki 44 kişi dereye döküldü; sürüklendiler.
Kamyonun kasasına tutunmayı başaran 33 kişi kurtarıldı.
Kurtarılanlar Ceylanpınar Devlet Hastanesi’ne kaldırıldı.
Sel sularına kapılan 2 işçi, Elma ve Hacer Kaya öldü.
Halil, Ahmet, Emine ve Anuç Ete kayboldu.
Zehra ve Hatun Kaya kayboldu.
Naile Çorak, Fatma Merç, Halfe Ayberk kayboldu.
Adları ilk kez haberlerde duyuldu.
* * *
Gece, arama kurtarma çalışmaları başladı.
Dalgıçlar sabaha kadar derede işçi aradılar.
Derenin Suriye tarafında da Suriyeliler çalıştı.
Sonuç alınamadı.
Kazayla ilgili olarak Ceylanpınar Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma başlattı. Çiftlikte süt sağımı işini yaptıran müteahhit Celal Ulukaya gözaltına alındı.
Bu gözaltının nedeni, kurtulan işçiler konuşunca anlaşıldı.
Kazazedelerden Halil Ertuğrul 10 yıla yakın süre bu işi yapmıştı. Çiftlikteki sağım işinden günde 2 lira kazanıyorlardı.
Ertuğrul, “Niye çalışıyorsun o zaman” sorusuna kısa bir yanıt verdi:
“Mecburum. İş yok.”
* * *
Günde 2 liradan ayda 60 lira…
44 işçiyi Çırpı Deresi’ne sürükleyen, 11′ini yağmur sularından bir selde boğan ekmek kavgasının bedeli bu…
İşsizlik illetine düşmüş fukaraları “Hiç yoktan iyi” tesellisiyle kandıran müteahhitlerin ucuz işgücüne biçtikleri değer…
2 demir lira…
Günlerdir elimde çevirip durduğum 2 metelik…
2 paralık hayatların can pahası..
Harçlık isteyen çocuklara bu yazıyla birlikte veriniz.
Hayat dersi niyetine…

CAN DÜNDAR

felaketim olurdu


Gözlerin gözlerime değince
felâketim olurdu ağlardım
beni sevmiyordun bilirdim
bir sevdiğin vardı duyardım
çöp gibi bir oğlan ipince
hayırsızın biriydi fikrimce
ne vakit karşımda görsem
öldüreceğimden korkardım
felâketim olurdu ağlardım

Ne vakit maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgâr aklımı alırdı
sessizce bir cıgara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felâketim olurdu ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi
jezabel kan içinde yatardı
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin
benzin mum gibi giderdin
sabaha kadar kalırdın
hayırsızın biriydi fikrimce
güldü mü cenazeye benzerdi
hele seni kollarına aldı mı
felâketim olurdu ağlardım..

[Attila İlhan]

Olmak ya da Olmamak

‎-
YAŞ 5 - Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar
korkuttuğunu öğrendim

YAŞ 7 - Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim

YAŞ 12 - Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun
kalmak olduğunu öğrendim

YAŞ 13 - Annemle babamın el ele tutuşmalarının ve öpüşmelerinin beni daima
mutlu ettiğini öğrendim

YAŞ 15 - Bazen hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla işittiğini
öğrendim

YAŞ 18 - İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret
olduğunu öğrendim

YAŞ 24 - Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim

YAŞ 33 - Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek
olduğunu öğrendim

YAŞ 36 - Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil, benim
kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim

YAŞ 38 - Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü
almasından anlayabileceğimi öğrendim

YAŞ 41 - Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda
belirlediğini öğrendim

YAŞ 44 - Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu
öğrendim

YAŞ 46 - Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü
aydınlatabileceğimi öğrendim

YAŞ 49 - Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin
yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim

YAŞ 50 - Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç
olabileceğini öğrendim

YAŞ 53 - İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim

YAŞ 55 - Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam
gerektiğini öğrendim

YAŞ 64 - Mutluluğun parfüm gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına
veremeyeceğimi öğrendim

YAŞ 70 - kıvransam bile başkalarına baş ağrısı İyi kalpli ve sevecen
olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim

YAŞ 82 - Sancılar içinde olmamam gerektiğini öğrendim

YAŞ 90 - Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar
olduğunu öğrendim

YAŞ 95 - Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim...

kapitalizm nedir?

- Az önce o adama ne dedin ?
- Daha hızlı çalışmasını söyledim !

- Ona ne kadar ücret veriyorsun ?
- Günde 15 dolar !

- Ona vereceğin parayı nereden buluyorsun ?
- Malları satıyorum !

- Bu malları kim üretiyor ?
- O yapıyor !

- Bir günde kaç tane mal üretiyor ?
- 50 dolarlık .

- O halde, bırak ona ödeme yapmayı, kendisine daha hızlı çalış demen için sana günde 35 dolar ödüyor !
- Ha?

- Ama ... Makineler bana ait !

- Peki bu makineleri nasıl elde ettin ?
- Malları satıp aldım !

- İyi de o malları kim yaptı ?

- Kapa çeneni ... Seni duyabilir..

Özetle budur..

günün fıkrası

Üniversitede okuyan bir öğrenci yıl sonu sınavlarına girmiş ve arkadaşına:

- Ben memleketime gidiyorum, sınavlar belli olduktan sonra bana sonuçları
bildir, ancak telefona ben çıkarsam bana söylersin.
Telefona annem çıkarsa zayıfım olmaz da, eğer bir tane olursa Ebubekir’ in selâmı var,dersin.
İki zayıf imkansız da eğer olursa Ebubekir’ in Ömer’ in selâmı var, dersin.
Üç zayıf hiç olmaz da eğer olursa Ebubekir’ in, Ömer’ in, Osman’ ın selâmı var dersin.
Dört zayıf imkansız da eğer olursa, Ebubekir’ in, Ömer’ in, Osman’ ın, Ali’ nin selâmı var dersin,

şeklinde konuşup memleketine gelir. Bir zaman sonra sınavlar belli olur, arkadaşı sınav sonuçlarını bildirmek için telefona sarılır, telefona öğrencinin annesi çıkar.

-"Teyze, oğlunuza söyle, Ümmet-i Muhammedin selâmı var...

Sözler ve Gerçekler

''Can o güzel yüzüne vurgun, neyleyim;
Gönül tatlı diline tutkun, neyleyim;
Can da, gönül de sır incileriyle dolu:
Ama dile kilit vurmuşsun, neyleyim...!! ''

[Ömer Hayyam]

Sözler ve Gerçekler

Yolunu beklerken daha dün gece, 
kaçıyorum bugün senden gizlice.
Kalbime baktım da işte iyice; 
anladım ki sen de herkes gibisin!

[Nazım Hikmet Ran]

Şu ana kadar yaşamış en tehlikeli hayvan nedir?

Şu ana kadar ölmüş olan insanların yarısını (muhtemelen 45 milyar kadar) dişi sivrisinekler öldürmüştür (erkek sivrisinekler sadece bitkileri ısırır).

Sivrisinekler potansiyel olarak ölümcül olan yüzden fazla hastalık taşır; bunlar arasında sıtma, sarı humma, dang humması, ansefalit (beyin iltihabı), filarya enfestasyonu ve fil hastalığı var. Günümüzde bile her 12 saniyede bir kişiyi öldürüyorlar.

Şaşırtıcı bir biçimde, 19. yüzyılın sonuna kadar hiçkimsenin sivrisineklerin tehlikeli olduğu konusunda bir fikri yoktu. 1877'de İİngiliz doktor Sir Patrick Manson ("Sivrisine" Manson olarak biliniyordu) fil hastalığının sivrisinek ısırıklarından kaynaklandığını kanıtladı.

17 yıl sonra, 1894'te, sıtmaya da sivrisineklerin sebep olabileceği aklına geldi. Öğrencisi Ronald Ross'u (o zamanlar Hindistan'da genç bir doktordu) bu hipotezi sınamaya teşvik etti.

Ross, dişi sivrisineklerin Plazmodyum (sıtma mikrobu) parazitini salyalarıyla nasıl taşıdıklarını gösteren ilk kişiydi. Ross teorisini kuşlardan faydalanarak sınadı. Manson daha da ileri gitti. Bu teorinin insanlar üzerinde geçerli olduğunu göstermek için kendi oğluna hastalığı aşıladı; bunu da diplomatik çanta içinde Roma'dan getirilen sivrisinekleri kullanarak yaptı. (Neyse ki, derhal bir kinin dozu verilmesiyle çocuk iyileşti.)

Ross 1902'de Nobel Tıp Ödülü'nü kazandı. Manson, Kraliyet Akademisi Üyeliği'ne seçildi, kendisine şövalye unvanı verildi ve Londra Tropikal Tıp Okulu'nu kurdu.

Bilinen 2500 sivrisinek türü var; bunlardan 400'ü Anopheles familyasına aittir ve bunlardan da 40'ı sıtmayı bulaştırabilir.

Dişi sivrisinekler, suya bıraktıkları yumurtalarını olgunlaştırmak için emdikleri kanı kullanırlar. Suyun içinde, larvalar yumurtaları kırarak dışarıya çıkar. Birçok böcekten farklı olarak, sivrisineklerin pupası (krizalit olarak da bilinir) faaldir ve yüzebilir.

Erkek sivrisinekler dişilerden daha yüksek bir perdeden vızıldar: Erkek sivrisinekler Si-natürel bir diyapozon notasıyla cinsel olarak ayartılabilirler.

Dişi sivrisinekleri beslendikleri yere çeken şeyler nem, süt, karbondioksit, vücut sıcaklığı ve harekettir. Terli insanların ve hamile kadınların ısırılma şansları daha fazladır.

Sivrisinek, İspanyolca ve Portekizcede "küçük sinek" anlamına gelir.

-cahillikler kitabı-

17 Ocak 2012 Salı

Ar­ka Ka­pı


Bazen, dünyanın tepetaklak olduğunu düşünüyorum. Oysa tepetaklak olan –henüz- dünya değil. Biziz. Düşüncelerimiz, ideallerimiz, ölçülerimiz, değerlerimiz, hatta zeka ve mantığımızla, biz.
Düşünce dedim ya, öyle siyasal, sosyolojik, felsefi çıkarımları da kastetmiyorum. En güncel sorunlara nasıl yaklaşılır sistematiğinde bile tepetaklak oldu ölçüler.
Örneğin, Türkiye’de yediğimiz patates, sorunlu bir patates. Nasıl yaptılar bilmiyorum, yerel tat ve renkler taşıyan tüm patates türlerini ortadan kaldırdılar, dünyanın en lezzetsiz, en kötü kalite patatesini –kuşkusuz GDO’lu- üretmeyi başardılar ve bizlere tek tip bu patatesi yediriyorlar.

Eskişehir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Başkanı Ekrem Birsen, çıkıp bu patates hakkında konuşmak gereğini duymuş. Ne demesini beklersiniz ? Elbette ya kalitesinden, ya da üretiminden söz etmesini, değil mi ?
Ne gezer…
İlmi azam, esnafı muazzam Ekrem Birsen ; meğer Türkiye’de üretilen yabancı marka bir cips paketinde bir mangal resmi, mangalın üstünde bir domates resmi, yarıya kesik domatesin iç dilimlerinde ise HAÇ işareti görmüş! “Hristiyanlık propagandası yapılıyor,” diye tutturmuş, hazret.
Sıkı tutun da takla atmasın algı ve mantık sistematiğiniz. Zeka, bilinç gibi gereksiz fazlalıkların sahibi sizlerde sinir kalır mı ki, katıla katıla gülerek tepetaklak olmayasınız ?

Esnaf Ekrem Birsen cips paketlerinden Haçlı orduları çıkarınca, Bakan Ertuğrul Günay’dan beklenecek en düşük performans da Emek sinemasını asansöre bindirmek olmalıdır, elbet.
Yıkılması planlanan Emek Sineması, « Kesinlikle AVM olamaz, » diye güvence veriyor, Sayın Kültür ve Turizm Bakanı. « Belki sinema müzesi yapılabilir. Sinema salonu da hiç bozulmadan, asansör sistemiyle aynen binanın üstüne taşınabilir. »
Hangi binanın üstüne ? Tabii ki Emek Sineması’nın yerine yapılacak AVM’nin tepesine. Ne olarak dikilecek ? Sinema salonu. Peki önceden neydi ? Sinema salonu. Öyleyse niye asansöre bindi ? AVM olmasın diye. O zaman neden altında AVM var ? Üstünde olmasın, diye…
Buyrun, buradan yakın. Emek Sineması zaten tepetaklak olacak, bir de siz amuda kalkmayın.

Ben çok düşündüm, bu damda gezerken beline kazma vurulan saksağan işleri üstüne, kim kimi ti’ye alıyor, diye. Kimsenin kimseyi ti’ye aldığı yok. Zaten mantığımızı tepetaklak ettirenlerin hiç birinde herhangi bir mantık sistematiği, düşünce tutarlılığı da yok. Hatta düşünce yok ki, tutarlılığı olsun. Mantık olmayan yerde sistematiği ne gereksin ki « ti »ye alacak zeka bulunsun, ilaç için, birinde de…
Eflatun’un «mutlak kötülük » dediği cehaletten hala akıl, fikir beklemek yanılgısını sürdürdüğümüz için tepetaklağız. Nafile umutları bir yana bırakıp, çevremizde herşeyin yıkılmasına doğru bakıp ayakta kalmayı başarırsak, belki kafasına vurulmasından iki üç kuşakta gına getirince bu çarkı tersine çevirecek dördüncü kuşaklara örnek bir düşünce sistematiği bırakabiliriz. O da belki.
Peki nereden türedi bunca cehalet, neden çoğaldı damdaki saksağanlar ve peşlerinden kazmayla koşturanlar, diye soracak olursanız…

İşte size Yiğit Okur’un son kitabı Tır Kamyonları *ndaki « Telif Ücretinin Kıstası » başlıklı öyküsünden bir bölüm :
Bir dostum vardı. Mesleğine, genç yaşında Yargıtay’da tetkik hakimi olarak başlamıştı.
Yüksele yüksele sonunda daire başkanı oldu. Cesur, çalışkan, araştıran bir yargıçtı. Önemli kitaplar yazıyordu. Emekli olunca, zamanının tamamını yazmaya ayırdı. Her yıl bir eseri yayınlanıyordu. İkişer-üçer cilt. Her cilt, yaklaşık bin yaprak.
Ama dertliydi. Mektuplarında kağıdın pahalılığına, matbaa masrafına değiniyor; kitapların yüzde yetmişini satmadan maliyetini çıkaramadığını yazıyordu.
Demek ki, kitabın içindeki düşünce, fikir, yani kitabın özsuyunun değeri, maliyetin üçte biri kadardı. Fiyatı saptayan, basılmış kağıdın maliyetiydi. Basılmış, ciltlenmiş kağıt, kiloyla satılsa, kilo bedeli basılmamış kağıdın toplam değerinden düşük çıkıyor, yüzde bir-ikiyi geçmiyordu.
Hemen kaleme sarıldım, Yargıtay Daire Başkanlığı’ndan emekli yargıç dostuma yazdım:
“Beyefendi, toptan aldığınız kağıdı baskıya vermeyin. Gözlerim rahatsız, diyordunuz. Artık yazmayın, fikir üretmeyin. Kağıdı koyun bir depoya, bir süre bekleyin. Sonra satın. Kitaplarınızdan kazandığınızın birkaç katını kazanırsınız.”
Yanıt açık değil mi ?
*Can Yayınları, 2011
« Düşünürün hası, şaşırmak duygusunu yitirmeyendir. » PLATON
« G » NOKTASI
Yiğit Okur, benim en saydığım ve sevdiğim yazarlarımızdan biri. Belki de en bilgesi. « Tır Kamyonları »’nda, monarşiyle demokrasiyi şöyle kıyaslıyor.
« Demokraside iktidara talip olanlar kürsüden halka seslenirler : ‘Siz patates yiyorsunuz. Biz devletin başına geçersek, hepiniz biftek yiyeceksiniz ! ‘ Devletin başına geçerler, biftek yemeye başlarlar. Halk gene patatese talim eder. Monarşide ikiyüzlülük yoktur. Monark, kral, hükümdar, her neyse der ki: ‘Ben biftek yemeye devam edeceğim. Siz de patates yemeye devam edeceksiniz. İtirazı olan varsa, içeri tıkarım.’… »
Size bu gece ne yiyorsunuz, diye sormayacağım, aziz okurlarım. Ana haberlerden izlerim, nasılsa, patatesi nasıl yedirdiklerini, hepimize…

                                                                                                                                                        Mine G. Kırıkkanat

8 Ocak 2012 Pazar

GİT - CEMAL SÜREYA



Şiirler

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

Git de şen şakrak geçen günlerime gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.

Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar

Madem ki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.

Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.

Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.

Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysa ki hep yedekte, hep elde var saymıştın.

Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki pişmanlık, mutluluk kadar ırak!

Sanma ki fasl-ı bahar geldiği gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrün yetmez.

Her darbene tehammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.

Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.

Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!

Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!

Madem aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.

Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!

Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!

Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm,
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.

Korkulu düşlerimi yorumdan kaçıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum.

Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!

ADI İLHAN BERK OLAN ŞİİR - CEMAL SÜREYA



Şiirler

Nurullah Ataç çeliştirmen
Tahir Alangu soruşturman
Cevdet Kudret deriştirmen
Suut Kemal çekiştirmen
Mehmet Kaplan uyuşturman

Sabahattin Eyüboğlu yetiştirmen
Orhan Burian barıştırman
Vedat Günyol biliştirmen
Adnan Benk veriştirmen
Fahir Onger geçiştirmen

Memet Fuat alıştırman
Fethi Naci kızıştırman
Hüseyin Cöntürk yarıştırman
Rauf Mutluay doluşturman
Asım Bezirci koğuşturman

Mehmet H. Doğan geliştirmen
Doğan Hızlan buluşturman
Konur Ertop araştırman
Vecihi Timuroğlu seviştirmen
Muzaffer Uyguner üleştirmen

Adnan Binyazar örtüştürmen
Füsun Akatlı konuşturman
Atilla Özkırımlı dalaştırman
Murat Belge yakıştırman
Enis Batur ileştirmen

İlhan Berk eleştirmen

hayyam

Felek ne cömert ne aşağılık insanlara!
Han hamam, dolap değirmen, hep onlara.
Kendini satmıyan adama ekmek yok:
Sen gel de yuh çekme böylesi dünyaya!


bin yılı aşkındır ne kadar güncel değilmi?

5 Ocak 2012 Perşembe

İMZA

Karda izler bırakıyorum avcılar peşime düşsün
Bir uçurum kıyısında vursunlar beni ki dünya
uğuldayıp duran bir uçurum değil miydi zaten...

Geçmişim kar sessizliğiyle özetleniyor artık
Anılarım buz tutmuştur, aşklarım kar yangını
Ömrüm parmak uçlarımda eriyen bir kar tanesi

Karda izler bırakıyorum, avcılar peşime düşsün...
                                                  anonim

3 Ocak 2012 Salı

İZMİT : HÜZÜN KÖRFEZİ

Çeşit çeşit güzellikler yaratarak karanın içine doğru 50 kilometre girmiş bir deniz; 60’lı yıllardan sonra hızla sanayileşen kıyılar; göçle büyüyen çarpık yerleşimler, siyahlaşan akarsular, grileşen gökyüzü... Tümüyle hüzün katmanlarına gömülmüş İzmit Körfezi’nde doğa ve insan kirliliğe karşı acil çözümler istiyor. 


Kava karardı, mesai bitti. Çalışanlar fabrikalardan yorgun argın çıkıp ailelerinin, dostlarının yanına koştu. Yer İzmit Körfezi kıyısı, Dilovası’nın Diliskelesi Mahallesi. Sanayileşmenin getirdiği göçle büyüyen mahallede sosyal mekânlar kahvehanelerden ibaret. Kalabalık olan birine giriyorum. Masalar dolu ancak oyundan çok dert yüklü konuşmalar var. Gazeteci olduğumu söylediğimde herkes niye orada bulunduğumu anlıyor. İlk söz alan, “Buranın adı zaten kanser ovasına çıktı” diyerek başlıyor Dilovası’nın sorunlarını sıralamaya. Türkiye’nin “sanayi başkenti” olarak tanınan Kocaeli’nin, körfez kıyılarının dertlerini en yoğun yaşayan köşelerden biri burası. Sanayileşme her zaman umudun adı olmuyor ne yazık ki! Fabrikaların çevrelediği İzmit Körfezi’ni ağır sorunlarla yüz yüze bırakıyor.


Uzmanlara göre Kocaeli ilinin Dilovası ilçesi “dünyada sanayi alanı kurulması gereken en son yer”. İlçe bir vadide yer alması ve güçlü hava akımlarının olmaması yüzünden doğal açıdan şanssız. Bu yüzden burada yaşayanlar havada asılı kalan sanayi kirliliğini solumak durumunda kalıyor. Dilovası Mahallesi’ndeki kahvehanedekilerin ya kendisi ya da ailesi ile ilgili bir kanser hikâyesi var. Rahmi Dursun özellikle sabaha karşı fabrikaların bacalarından yoğun dumanlar çıktığını, göz gözü görmediğini, bazen de kokudan durulmadığını anlatıyor.


Kahvehanenin çıkışında bir genç kolumdan tutuyor ve yakınlardaki bir taziye evine götürüyor. Evin loş ışıkları, karanlık sokağı aydınlatıyor. Kederli Yakup Tekeş, babasını kaybetmenin verdiği üzüntüyle şunları anlatıyor: “Babam siroz hastasıydı. Merak ettim. Doktorlara, ‘Dilovası’nda yaşadığımız için mi babam hasta oldu?’ diye sordum. Çünkü babam içki kullanmazdı. Tedavi oldu ancak kurtulamadı. Benim oğlum da astım hastası.”


Dilovası’nda yaşanan kanser sorunu bilimsel olarak da kanıtlandı. Bir araştırma Türkiye’de en çok kanserden ölüm vakasının Dilovası’nda yaşandığını ortaya çıkardı. Dilovası ilçesinin nüfusu yaklaşık 45 bin. Dilovası’ndaki sanayileşme 1960’larda başladı. Ekonomisi sanayiye dayalı olan ilçede beş organize sanayi bölgesi ve bir sanayi sitesi bulunuyor. Toplam 2 bin 200 hektar alana kurulu sanayi bölgelerinde 193 sanayi kuruluşu ve 20 binden fazla çalışan var…


Kocaeli Körfezi, Marmara Denizi’nin doğusunda Kocaeli’nin içlerine 50 kilometre boyunca uzanıyor. Körfezin en geniş yeri 10 kilometre ile Hereke ve Karamürsel arası. Gölcük ile Derince arası ise 2 kilometre ile en dar bölüm. TEM otoyolunda ceplerden birine giriyor, yüksekçe bir noktadan körfeze bakıyorum. Gözüme ilk çarpan, her yere dağılmış onlarca gemi oluyor. Yük boşaltmak ya da almak için sırada bekleyen gemiler, körfez çevresindeki sanayi hareketliliğinin de bir göstergesi. Körfezin en doğu ucunda petrokimya tesisleri bulunuyor; depoları uzaktan birer golf topuna benziyor. Bu tesislerden gökyüzüne uzanan bacalardan çıkan duman, her daim körfezin üzerinde olan gri sis tabakasının sorumlusu sanki.


Sanayi tesisleri ağırlıklı olarak körfezin kuzey kıyılarında yer alıyor. Bir kısmı Yalova il sınırlarına giren güney kıyıları nispeten daha yeşil, daha az sanayileşmiş durumda. İzmit Körfezi, 30 yıl öncesine kadar doğal güzellikleri, sakin deniziyle büyük kentlerden gelen yazlıkçılara ev sahipliği yapıyordu. Ancak bugün sanayinin neden olduğu kirlilik yüzünden neredeyse yaşanmaz durumda. İzmit Körfezi’ne dökülen en büyük akarsu Dil Deresi. Adı “kanser ovasına” çıkmış Dilovası’ndan geçerek denize dökülen dere, körfezi de en çok kirleten kaynaklar arasında.



ATLAS 2011 EKİM SAYI / 223

Yazı: SERKAN OCAK 
Fotoğraflar: UMUT KAÇAR


 
Foto Galeri: Hüzün Körfezi
123
Hüzün Körfezi
Sanayileşmenin çok yoğun olduğu İzmit Körfezi çevresinde kirlilik sorununu en ağır yaşayan yerlerden biri Dilovası ilçesi. Hava kirliliğine özelikle demir çelik fabrikaları yol açıyor, boya fabrikalarının atıkları ise dere yataklarına akıyor.

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...