24 Aralık 2014 Çarşamba

İSLAM VE HRİSTİYANLIK ÜZERİNE



.”EĞER İSLAM , HRİSTİYANLIĞI KÜÇÜK VE HAKİR GÖRÜYOR İDİYSE,
BÖYLE GÖRMEKTE BİN KEZ HAKLIYDI; ÇÜNKÜ İSLAM İNSANI YÜCELTİR AMA PUTLAŞTIRMAZ….
HRİSTİYANLIK, BİZİ KADİM DÜNYANIN (ANTİK YUNAN VE ROMA) KÜLTÜRÜNÜN MAHSULUNDEN
MAHRUM BIRAKMIŞTI.ÜSTELİK BUNUNLA DA YETİNMEMİŞ, DAHA SONRALARI,BİZİ İSLAM
KÜLTÜRÜNÜN MAHSULUNDEN DE MAHRUM ETMİŞTİ. ASLINDA BİZE (İNSAN OLARAK BİZE) GREK
KÜLTÜRÜNDEN DE, ROMA KÜLTÜRÜNDE DE, ESASTA, TEMEL MESELELER AÇISINDAN DAHA
YAKIN OLAN, BİZİM (İNSAN OLARAK) DUYGULARIMIZA,ZEVKLERİMİZE VE SEÇİMLERİMİZE
DAHA DOĞRUDAN HİTAP EDEN İSPANYA’DAKİ O HARİKULADE İSLAM KÜLTÜRÜ VE İSLAM
KÜLTÜRÜNÜN EŞSİZ BİRİKİMİ AYAKLAR ALTINA ALINARAK ÇİĞNENMİŞ VE YOK EDİLMİŞTİ (-
BUNU YAPAN AYAĞIN NE TÜR BİR AYAK OLDUĞUNU SÖYLEMEYE DİLİM VARMIYOR, NE YAZIK
Kİ-)” “İYİ DE NEDEN? NEDENİ ŞUYDU: ÇÜNKÜ İSLAM KÜLTÜRÜ, ASİL BİR KÜLTÜRDÜ;
ÇÜNKÜ İSLAM KÜLTÜRÜ, KÖKENLERİNİ TEMELLERİNİ İNSAN FITRATINA BORÇLUYDU (İNSANIN
FITRI ÖZELLİKLERİNİ MUHAFAZ ETMESİNE BORÇLUYDU): ÇÜNKÜ İSLAM KÜLTÜRÜ
İSPANYA’DAKİ MÜSLÜMAN HAYATININ NADİR BULUNAN, NEFİS HAZİNELERİNİN ÜZERİNDE
BİLE HAYATA EVET DİYORDU!... DAHA SONRALARI, HAÇLILAR, ESTİRDİKLERİ O TOZ
BULUTUNUN ORTASINDA,ASLINDA ÖNÜNDE DİZ ÇÖKMELERİ GEREKEN , DİZ ÇÖKMEKLE DAHA
İYİ YAPMIŞ OLACAKLARI BİR ŞEYE KARŞI, ASİL BİR KÜLTÜRE KARŞI, BİZİM BUGÜNKÜ
19YY KÜLTÜRÜMÜZLE MUKAYESE EDİLDİĞİNDE , BİZİM ÇAĞDAŞ KÜLTÜRÜMÜZÜN, KENDİSİNİ,
İSLAM KÜLTÜRÜNÜN YANINDA SON DERECE “YOKSUL “VE OLDUKÇA “GEÇ KALMIŞ” BİR KÜLTÜR
OLARAK GÖREBİLECEĞİ 
BÖYLESİNE ASİL VE YÜKSEK BİR KÜLTÜRE KARŞI SAVAŞ
AÇMIŞLARDI.HAÇLILAR, GANİMET PEŞİNDE KOŞTURUYORLARDI , HİÇ ŞÜPHESİZ Kİ.ÇÜNKÜ
DOĞU, İSLAM DÜNYASI ZENGİNDİ.

FRİEDRICH NİETZSCHE

16 Aralık 2014 Salı

MASA DA MASAYMIŞ HA


Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kaseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu.
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
Edip CANSEVER

9 Aralık 2014 Salı

Osmanlıca Üzerine...



Eski Türkçe denirdi çocukluğumuzda. Hukuk dili de böyledir. İfadeleri daha zengin olduğu için beklide hala tercih ediliyor. Memur çocuğuyuz ya dairede Osmanlıdan kalma arşivleri çıkarmak için Arap alfabesi okuyabilenler aranırdı. Bence bir zarafeti de var. Toplasan 200 ü geçmeyen sözcük dağarcığıyla konuşan günümüz insanı (yarısı da argo) öğrense fena da olmaz ama önce İstanbul Türkçe sini öğretebildik mi? bakmak lazım. Altında yatan Arap harfleri ile okuma yazmayı öğretmekse çok zor. Latin harfleri ile dahi başarılamamış. Cahil bırakmaksa amaç tam isabet. Ha gayret.

Tahir ÖZCAN

3 Aralık 2014 Çarşamba

GÜNAHKAR

Yolumun üstünde bir tuzak kurdun,
Bir de diyorsun ki: yürü iznim var!
Cihanda kudretin her şeye hakim,
Beni yürüten sen, adım günahkar...

Ömer HAYYAM

1 Aralık 2014 Pazartesi

ETME

Duydum ki, bizi bırakmaya azmediyorsun, etme.
Başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme.

Sen yad eller dünyasında ne arıyorsun yabancı?
Hangi hasta gönüllüyü kastediyorsun, etme.

Çalma bizi, bizden bizi, gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme.

Ey ay, felek harab olmuş, ziyan olmuş senin için
Bizi öyle harab, öyle ziyan ediyorsun, etme.

Ey, makamı var ile yokun üstünde olan
Sen varlık sahasını terk ediyorsun, etme.

Sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan
Sen ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme.

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme.

Âşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme.

Ey, cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme.

Şekerliğinin içinde zehir dokunmaz bize
Sen zehri şeker, şekeri zehr ediyorsun, etme.

Bizi sevindiriyorsun, huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme.

Harama bulaşan gözüm, güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme.

İsyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil
Aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme.

Mevlana Celaleddin’i Rumi

12 Kasım 2014 Çarşamba

Bana Yalan Söyle

Bana seni seviyorum de
Yalan olsa bile
Şeytanım ol, ruhuma gir...
Mideni bulandırsa bile
Rüyalarımda olacaksın
Aklımda kalacaksın
Hiç inanmasan bile
Seni seviyorum de
Arkanı dönüp gittiğinde
Sen hep benim özlediğim
Sevgili kalacaksın...

Tahir Özcan 2014

DEĞİL Mİ

Ümmet değilim, mürit hiç değil
Senden değilim, diğerlerinden de değil
Bu toprakları sevmek suç mu?
Ata hakkını görmezden gelemem
Minnet borcumu ödeyemem
Ezmem başka düşüneni, yaşayanı
Korktuğumdan çekindiğimden de değil
Farklılığı kabullenmek suç mu?
İhaneti görmezden gelemem
Haini yoldaş belleyemem.

13 kasım 2014   T.Özcan

GAZİ PAŞAM!



Gazi Çiftliği'nde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladık. Atatürk attan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu:
- Merhaba nine!
Kadın Atatürk'ün yüzüne bakarak hafif bir sesle:
- Merhaba, dedi.
- Nereden gelip nereye gidiyorsun?
Kadın şöyle bir duralayıp
- Neden sordun ki, dedi. Buraların sabısı mısın? Yoksa bekçisi mi?
- Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçisi de Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin?
Kadın başını salladı:
- Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği kavruk köylerinden birindeyim. Bizim mıhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim.
- Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?
- Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım daaaa... Benim iki oğlum gavur harbinde şehit düştü. Memleketi gavurdan kurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip mıhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, giceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte ağşamdan beri böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey.
- Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı? Kadının birden yüzü sertleşti:
- Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden kurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoruz. Şunun bunun gavur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona "Sağ ol paşam!" demek için geldim. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşa'yı bulacağım yeri deyiver. Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek:
- Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu.
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum, anacığım, dedim, sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karşında duruyor.
Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp, Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öpmek istedi Atatürk'ün ellerini; Atatürk onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı:
- Tek ineğimin sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm.
Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. Çok beğendiğini söyledi.
Sonra birlikte köşke kadar gittik. Oradakilere şu emri verdi:
"Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin. Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun."

9 Kasım 2014 Pazar

KUL HAKKI

İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın. 
eş-ŞUARÂ, Ayet 183
Ve ey kavmim! Ölçüyü ve tartıyı adaletle yapın; insanlara eşyalarını eksik vermeyin; yeryüzünde bozguncular olarak dolaşmayın.
HÛD, Ayet 85
"Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helâllaşsın! Çünkü âhırette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevâblarından alınır, sevâbları olmazsa, hak sâhibinin günâhları buna yüklenir." [Buhârî]
"Kibri, hıyâneti ve kul borcu olmayan mü'min, Cennete girer." [Nesâî]

Atatürk Orman Çiftliği O'nun milletine armağanıdır. Üzerinde 77 milyonun hakkı var.
Ağaçlar,ormanlar bu halka atalarının mirasıdır. Üzerinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı var.
Harcanan para vergilerle toplanan paradır. Üzerinde maden ocağında kaybettiğimiz işçilerimizin hakkı var.
Daha pek çok örnek yazılabilir, sayfalar dolusu. Gün gelip hesap vereceğine iman edenler için.
Hiçbir şeye inancı olmayanlar için bile vicdanı var muhakeme etsin diye.
Paraya inananlar hariç.
Ben de inanıyorum ki orada huzur içinde oturamayacaksınız. 

3 Kasım 2014 Pazartesi

BARIŞ ŞEYSİ



Kapitalizmin "münhasıran insani nedenlere dayalı" barış diye bir endişesi olmaz.Zaten hiç olmamıştır da..Kapitalizmin -eğer olursa-"münhasıran kar odaklı, karla ilişkilenen nedenlere dayalı" bir barış endişesi olur.Kapitalizm, kaynak karlılığı ve zaman eksenlerinin tanımladığı "rasyonel" alanda, savaş daha fazla işine geliyorsa savaşı, barış daha fazla işine geliyorsa barışı örgütler.Kapitalizm kendisini "kar"la tanımlar."Kar"la var olur.Sokak deyişiyle "avantasına" bakar.ABD'nin Ortadoğu'da birbirinin içinden geçen senaryolarla ve kararlılıkla sürdürdüğü savaşın esası budur.Savaş daha karlı olduğu için vazgeçmiyor. İŞİD'i ekonomik ve sosyal maliyeti Blackwater'dan daha düşük bir kumpanya olarak örgütledi ve savaştırıyor.Evet.. Başından beri hiç kimse inkar edemiyor ki,İŞİD ABD hesabına savaşmaktadır.Kobani'yi önce İŞİD kuşatmasıyla çaresiz olduğuna ikna etmiş, ardından ABD yanlısı peşmergeler "Biji Serok Obama" sloganlarıyla Kobani'ye yerleştirilmiştir. Türkiye'nin egemenleri de, barışı, çocuklarımız ölmesin diye desteklemiyor. Türkiye'nin egemenleri, kamu bütçesinden savaşa harcanan kaynaklar, heves ettikleri oranda kendi kasalarına girmiyor diye PKK ile savaşa karşı çıkıyorlar.Başbakan ünvanlı çakma Sokollu'nun abuk subuk savaş yanlısı Ortadoğu saçmalıklarına ise, "bir avantaları olması ihtimali" nedeniyle sessiz kalıyorlar.Barış, kapitalizmin bu tabiatı nedeniyle, kapitalizme emanet edilmeye uygun bir "süreç" değildir.Barış, kapitalizmin bu tabiatı nedeniyle, kapitalizme karşı çıkmadan menziline vardırılabilecek bir "süreç" değildir.Barış, kendisini alkışlamayan herkesten -bir kafede kendi halinde oturan insanlardan bile- nefret eden bir ruh hastasının inayetine bırakılmaya uygun bir süreç değildir.Gerçek bu kadar açıkken, barış, mevcut "pazarlık tarafları"nın elinden kurtarılmadan, esenlik içinde tamamlanabilecek bir süreç değildir... 
                                                                            3 Kasım 2014   Ufuk SAKA

1 Kasım 2014 Cumartesi

Bazen kimi kurtardığımızı fark etmeyiz...



Yil 1910..
Fransızlar yeni buluşları olan uçağı tanıtmak için tüm uluslardan
katılımcıları davet ederler...
Herkes böyle bir icadın gerçekleşmiş olması nedeniyle şaşkın ve
meraklıdır...
Dönemin Osmanlı hükümetine de katılımcı için haber gönderilmiş...
Hükümet icatlara oldukça meraklı olan Ali Rıza paşayı gönderelim,o meraklıdır demişler... Ve derhal saraya çağırmışlar...
Kendisine Fransızların buluşundan bahsetmişler ve Osmanlıyı temsilen gitmesini istemişler...
Ali Rıza paşa bunu biz yapmalıydık demiş içinden hayıflanarak...
Yalnız demişler paşaya davet 2 kişilik yanına 1 kişi daha al, onu da sen belirle...
Ali Rıza paşa biraz düşünmüş ve bir delikanlı var onu götüreyim demiş...
Neyse Ali Rıza paşa ve delikanlı, Paris'in yolunu tutmuşlar...
Paris'te otele yerleşmişler...Ve buluşun gösterileceği gün kalabalık meydan ve pist herkes merakla bekliyor...Derken pilot hazırlıklarını yapıyor...Üstüne montunu giyiyor bir de gözlük takıyor...Uçak havalanıyor...
Parendeler, taklalar, manevralar müthiş bir gösteri... Piste
Iniyor... Alkışlar arasında iniyor uçaktan...
Herkes kıskanç ama şaşkın .... Bir yetkili bir gönüllü istiyor..Pilotun arkasında ona eşlik edebilecek cesareti olan..
Bizim delikanlı atılıyor.. Ben ben... Tamam, deniyor ve delikanlıya gözlük ve mont veriliyor...
Delikanli montu giyiyor, gözlüğü takıyor.. Kalabalıktan sıyrılmak üzere iken Ali Rıza paşa kolundan tutuyor..
Boşver sen binme bırak başkası binsin diyor...Neden diye soruyor delikanlı, birşey mi hissettiniz.. Yok, sen yine de binme evlat diyor... Derken başkası biniyor uçağa..Uçak havalanıyor.
Delikanlı öfkeli paşaya ... Parandeler..manevralar.. Derken uçak alev topuna dönüyor ve piste çakılıyor..2 ölü...
Delikanlı paşaya bakıyor hayretler içinde... Paşa mağrur ve mutlu bir insanı kurtardiği için...Ama bir başkası ölmüştü....
Ama kurtardığı bir insan değildi....
Bir ulustu...
Çünkü delikanlı Mustafa Kemal ATATÜRK'tü....
SUNAY AKIN

29 Ekim 2014 Çarşamba

Bayram Dileği

Her bakan görebilse,
Her gören anlayabilse,
Anlatabilse anladığını herkes,
Öğretebilse öğrenenler ve
Susabilse her ağzını açtığında çerahatini döken.
Hırsız hırsızlığını,katil katilliğini,cahil cehaletini bilse.
Ademoğlu hüsnü niyeti neyse onu yaşayabilse.
Su gibi berrak akardı hayat,
Hiç de sıkıcı olmazdı bence.

Tahir ÖZCAN    29 Ekim 2014

12 Ekim 2014 Pazar

Aklın Eleştirisi-Eleştirinin aklı



Toplumumuzun bir bölümü, Türkiye’nin Cumhuriyet kazanımlarından geriye gittiğini düşünüyor. Bu geriye gidişin sebebini de, mutlak doğrunun, dogmanın ve öğretilmiş bilgiye olan inancın eleştirel aklın önüne geçmesi olarak görüyor.
Ortalama bilgiye sahip insanlarımızın çoğu da eleştirel akla dayanan bilimin ve ilerlemenin başlangıcının Avrupa’da ortaya çıkan Rönesans ile başladığını zannediyor.
Bu yaygın inanışın aksine, eleştirel aklın bilimin ve ilerlemenin ön koşulu olduğu, doğruluğu kesin sanılan her bilginin eleştirilebileceği ya da yanlış olabileceği fikri, İyonya’ya (M.Ö. 600) dayanır. Helen (eski Yunan) uygarlığı ile karıştırılmasın, Anadolu’dan yani Milet’ten söz ediyorum.
Bir yanlış inanışta, bilimin ışığındaki bu ilerlemenin hiç sekteye uğramamış hiç karşıt akım ve düşüncelerle duraksatılmamış olduğu düşüncesidir. Oysa eleştirel akıl, Aristoteles, Sokrates, Pisagor tarafından Yunanistan’da(M.Ö.500), 10-11.yy İslam coğrafyasında, Rönesans (15.yy öncesi) Avrupa’sında ve hatta 20.yüzyıl’ın ilk çeyreğindeki diktatörlükler Avrupa’sında dahi dışlanmış, göz ardı edilmiş, duraksamıştır. Üstelik yukarıda bahsi geçen bu duraklama ve gerileme dönemlerinin müsebbibi cahil halk değil, zamanının eğitimli, aydın bilim(ilim) insanlarıdır.
Tarih reddedilemeyecek gerçek bilgiyi arayan ve bulduğunu zanneden insanlarla doludur. Belki de milyonlarca insan binlerce yıldır her türlü inanışın, fikrin, bilginin, kuralın eleştirilebileceği düşüncesinden korkmuştur. Bu korku neticesindeki arayışlar onları rasyonellikten uzaklaştırmış, gerçeği ararken tuttukları yolda o gerçeği bulduklarını sandıkları noktada aslında tıkanıp kalmalarına neden olmuştur. Ret edilmeyecek gerçeklik üzerine üretilen bu fikirler ve akımlar, kolaycı, ezberci takipçileri sayesinde sonraki nesillere ve günümüze kadar ulaştı ve insanları etkisi altına alabildi.
Zamanla ve gelişen şartlarla oluşan çelişkilerini eleştiremeyen bu öğretiler hala bilimin, ilerlemenin önünü tıkayabilmekte. Ancak enseyi karartmaya da gerek yok. Belki tam olarak eleştirel aklın önemini anlatmıyor ama geçmişte bir ilahiyat profesöründen işittiğim şu söz beni gelecek için cesaretlendiriyor ’’Modernite’nin önüne geçilemez’’. Suyu tersine akıtmaya çalışmak boşuna zaman kaybından öte bir şey değil. Bilindik bir Anadolu deyişi ile “Su akar yatağını bulur”.
Sözün özü 21.yüzyılın ilk çeyreğinin yarısını geride bıraktığımız şu günlerde, aklı arka plana atmaya çalışan akımlar, ideolojiler, yönetimler hala faaliyetteler. Bize düşen ise, muasır medeniyet seviyesini hedef olarak koymuş’’Hayatta en hakiki mürşit ilimdir-fendir’’ diyerek eleştirel aklı her şeyin önünde tuttuğunu göstermiş olan Mustafa Kemal’in yolunu her şartta bıkmadan usanmadan takip etmektir.
     
Tahir  ÖZCAN 12 Ekim 2014

7 Ekim 2014 Salı

Bir dönemin anatomisi

AKP sempatizanı arkadaşlar kusura bakmasın, yada baksın hiç umurumda değil. Türk ve İslam ülkelerinin cazibe merkezi olarak gördüğü, iç geçirdiği, gelmek için can attığı ülkemin haline bak. Gelinen bu durumun baş sorumlusu kim? Bu kabus ne zaman bitecek. İstanbul'un fethi belkide daha öncesinde yüzümüzü döndüğümüz medeniyete niye yüz çeviriyoruz? Kimse bunu bizden isteyemez-di. Kimse buradan geriye döndürmeye çalışmasın bizi başaramaz, başaramayacak diyorduk. Cahil, çürümüş, haris ve ahlaksız bir zümrenin elinde oyuncak olmak mıydı kaderimiz? Daha olumsuz ne olabilir göreceğimiz diye başlayan her yeni gün; paçozluğun, yozlaşmışlığın, aç gözlü nefretin ve vahşi dogmatizmin yeni yansımalarına uyanıyoruz. Komşusu aç yatarken tok yatan bizden değildir diyen peygambere, Ne olursan ol yine de gel diyen Mevlana ya, Yurtta barış dünyada barış diyen Mustafa Kemale sahip yurdum insanları nerede. Cennet ülkemi cehenneme çevirmekte olan bu zihniyet nereden peyda oldu. AKP'nin ilk yıllarında da endişeliydim. Liberaller, yarı aydınlar ve dönek solcuların telkinleri ile karıştırılmaya çalışılan aklım, bu yüzünden frenlenen endişem her geçen gün artmaya devam etti. Hele o bütün edindikleri haklar ellerinden alınırken alkış tutan kadınlar. Hala fazla evham yapıyorsun, korkacak bir şey yok diyen varsa, gelsin yüzüme söylesin. Vereceğim tepkiye katlanmayı göze alarak elbette. Hep söylerim yine tekrar edeceğim. Atın g.tündeki sinek gibi yaşayanlar, bir gün kuyruk darbesiyle düşeceklerdir. Tarih ile ilgilenenler çok iyi bilir. Hiç bir akım,dönem,ideoloji kalıcı değildir. Önemli olan giderken ne kadar zarar verip gideceği. 1.Dünya savaşı ve takip eden yılların kurtuluş savaşıyla biten süreci ne büyük parçalar kopararak yitip gitti. Velhasıl sn. vatandaş şapkayı önüne koy düşün. Suyu gerisin geri akıtmaya çalışmak beyhude çaba. Mevcut gidişe muhalif misin, sesin çıksın. Suya sabuna dokunmadan yaşayanlardan mısın, elbet senin sıran da gelecek aklını başına topla.Yok bu düzen işine geliyor, sana getirileri var o yüzden mi peşinden gidiyorsun, yol yakınken vazgeç. Er geç değişecek bu düzen sen de oluşacak yıkımdan (ki muhteviyatını zaman gösterecek) payını alacaksın. Ne demiş atalarımız çoktan çok, azdan az gider.

Tahir Özcan (anonim)

30 Eylül 2014 Salı

Ayıp




Orospulara yer yok
Evet, her şey küçük ve önemsiz gibi görünen o tavizleri vermekle başladı. Özel okulların hepsi kapatılmış, kız ve erkek öğrenciler ayrı okullara alınmıştı. Değişikliğin bununla sınırlı olacağını sanıyorduk; değilmiş”
Başlığın rahatsız edici olduğunun farkındayım. Tam hali şudur: “Müslümanların yanında orospulara yer yok.” Çünkü İran İslam Devrimi lideri Ayetullah Humeyni, devrimden kısa bir süre sonra yaptığı konuşmada, kadınların İslam ahlâkına uymalarını ve giyimlerine dikkat etmelerini ister. Mitinglerde, sokak gösterilerinde aralarında kara peçeli kadınların da bulunduğu Hizbullahlar, “Ya başörtüsü ya da enseye tokat”, “Müslümanların yanında orospulara yer yok”, “Defolsun Avrupalı kuklalar” diyerek sokaklardaki kadınlara saldırır. Örtünmeden sokağa çıkan kadınlar dövülür, üzerlerine kezzap dökülür. Pek çoğu tutuklanır, tutuklananların ırzına geçilir.
Şah’ın ülkeden kaçmasından sonra İslam devrimi kadınların zapturapt altına alınmasıyla ete kemiğe bürünür, ilk adım kadınlara dönük atılır, sonra bütün bir topluma yayılır.
Devam edelim: Kadınlara dönük şiddet sokakla sınırlı kalmaz. “Kadın politikasını” bizzat devlet üstlenir. Televizyon, radyo, gazeteler aracılığıyla İslami giyim ve davranış dayatılır. İslam devriminin kadınlara dönük bildirileri gazetelerde çarşaf çarşaf yer alır, sokaklarda bildiriler dağıtılır. “Müslüman bacılarımız İslam giyimini, ahlâksızlığa karşı verilen kavganın bir barikatı, iffetlerinin bir kalesi olarak görüyorlar. Bütün kadınlarımızı giyim kurallarına uymaya çağırıyoruz.”
Elbette kadınlar üzerindeki faşizan baskıyla sınırlı değildir yaşananlar. İçki yasağı başlar, evlerde içki denetimleri bile yapılır. İçki içtiği tespit edilenler hemen orada kamçıyla dövülür. Solcular, demokratlar, Hizbullah olmayanlar derdest edilir. Cezaevleri İslam devrimine karşı çıkanlarla dolup taşmaktadır. Direnenler öldürülür, darağaçları kurulur.
30 Mart 1979’da İslam Cumhuriyeti halk oylamasına sunulur. Yüzde 99’luk oy oranıyla yeni rejim kabul edilir; sonuçlar göz kamaştırıcıdır. Seçim sonrası “Balkon konuşması” yapılmış mıdır bilmiyorum ama Molla rejiminin önünde hiçbir engel kalmamıştır artık. Nisan 1979’da bir bildiri yayınlanır: “Teşkilatımız İslâm devriminin yerleşip yayılmasını engellemek isteyen her kişi, teşkilat ve devlete karşı ideolojik ve politik yönlerden acımasız bir savaş verecektir. Gerektiğinde silaha sarılmaktan çekinmeyeceğiz.” Bu bildiri “resmi şiddetin” kolaylaştırıcısı olur; toplumun dini kurallarla yönetilmesine direnen kesimler ezilir.
O günlerde üniversitelerde neler yaşandığına bakalım. Türban dayatmasının nasıl başladığına ve nasıl başarı kazandığına. Bu bilgileri İranlı kadın yazar Tara’dan edinelim: “Evet, her şey küçük ve önemsiz gibi görünen o tavizleri vermekle başladı. 1979 Şubat’ının üzerinden yedi ay geçmiş, okullar açılmıştı. Özel okulların hepsi kapatılmış, kız ve erkek öğrenciler ayrı okullara alınmıştı. Değişikliğin bununla sınırlı olacağını sanıyorduk; değilmiş. Ceket ve etekten oluşan eski üniformalarımızla gitmiştik okula. Kapıda iki kadın devrim muhafızı bekliyordu. Başörtü takmamız gerektiğini, yarın başörtüsüz geldiğimiz takdirde okula alınmayacağımızı söylediler. Neyle karşılaştığını anlamamanın, nasıl bir tepki göstereceğini bilmemenin şaşkınlığıyla gülmeye başladık. Öğrenciler, hocalar hepimiz gülüyorduk. Güldük ama istenileni de yaptık. Önemsizdi çünkü; komikti. Sabah kapıda devrim muhafızı kadınlarla karşılaştığımızda buruş buruş mendillerimizi çantamızdan çıkarıp, onların gözlerine baka baka alay edercesine bir gülüşle başımıza takıyorduk. Onlar gülmüyordu. Çünkü o küçük tavizin bize ne kaybettirdiğini, kendilerine ise ne kazandırdığını en başından beri biliyorlardı. Çok gençtik, isterse bir saat; başörtüyü yanımıza aldığımız an her şeyin bittiğini bilemeyecek kadar genç.”
Tara diyor ki yazısının sonunda, “Eğer önümüzde ders alabileceğimiz bir İran ve Cezayir örneği olsaydı, kim bilir belki de her şey daha farklı olurdu.”
Tara ve bilcümle üniversiteli gençti, işin nereye varacağını anlamamıştı, kabul. Ama ifade edilmelidir ki solun neredeyse tamamı, anlı şanlı sol parti ve örgütler tam bir akıl tutulması içindeydi. Kadın sorunları üzerinde çalışma yapan gruplar olanı biteni önemsemiyor, örtünme zorunluluğunun en temel hakkın ihlâli olduğunu görmüyordu. Bir kadın grubunun o günlerde yayımladığı bildiri, yaşananları anlayamamanın ne demek olduğunu göstermekteydi: “Peçe takma zorunluluğu varlıklı ve aydın kadınlar için sorun olabilir ama emekçi kadınlarımızın başka dertleri var. İlerici kadınlarımızı uyarıyoruz. Bu sorunu büyütüp varlıklı reaksiyoner kadınların antiemperyalist savaşımımızı etkilemesine ve amaçlarından saptırmasına yol açmasınlar.”
Halkın Fedaileri gibi sosyalist bir örgütün konuyla ilgili açıklaması ise tartışmaya hacet bırakmayacak ölçüdeydi: “Savaşımızda kadın erkek ayrımcılığı yoktur. Giyim kuşam zorunluluğu hakkında birtakım yerli yersiz sözler söylenmiş, ama bunlar geri alınmıştır. Böylelikle bu sorun kapanmıştır. Ne gerek var protestoya. Peçe takmak kötü bir şey demiyoruz, alışmak için zaman gerekli.”
İranlı yazar Bahman Nirumand’ın “İran’da Soluyor Çiçekler” isimli kitabından yapacağımız alıntıyla, solun, aydınların nasıl bir akıl tutulması içinde olduğunu görelim: “Evet, Humeyni yeryüzünde cenneti vaat etti bize. Demokrasi gelecek, kimse fikirleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, işkence yapılmayacak, hapishaneler kapatılacak, kadınlara eşit haklar tanınacak, giyim serbest olacak, dedi. Biz solcular ise ılımlılardan daha büyük yanlışlar yaptık. Biz dedik ki, bir yandan gelenekselliği simgeleyen, diğer yandan böyle güzel şeyler vaat eden bu karizmatik önder olmadan Şah’ı deviremeyiz. İkincisi, mollaların devleti yönetebileceklerine inanmıyorduk. Üçüncüsü de gerçekten pek çok solcu başta Humeyni olmak üzere çoğu mollanın radikal tutumlarını beğeniyordu. Biz solcular İslam’ı yeni bir güç olarak görmekten yoksunduk. İran üzerine analizlerimizin, Şili veya Vietnam üzerine yapılan analizlerden farkı yoktu. Ayrıca demokrasi anlayışımız da yetersizdi. Giysileri yüzünden sokaktaki kadınlara sataşmalar başlayınca ‘yan çelişkiler’ diye ciddiye almadık bunları. Biz, ana çelişkiyi, yani emperyalizmle savaşı, ön planda tutuyorduk. Demokrasi olmadan emperyalizmle savaşılmayacağını anlayamamıştık. Kadın hakları, sendikal haklar için verilen kavga, emperyalizmle savaşın ta kendisidir.”
Elim, yıllar sonra Nirumand’ın kitabına uzandı. İran üzerine makalelere bir göz attım.
Çünkü Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, “Kadın iffetli olacak. Herkesin içinde kahkaha atmayacak” dedi. İffetten oluşan kaleye konan bir tuğla değil mi bu?
Çünkü aynı zaman diliminde, herhangi bir ortaöğretim kurumuna girmeye hak kazanamayanların otomatik olarak İmam Hatip Liselerine kayıt olma zorunluluğu getirildi.
Çünkü mahallelerde düz lise kalmadı; her mahallede en az bir İmam Hatip Lisesi açıldı.
Çünkü 2002 yılında 450 olan İmam Hatip Lisesi sayısı bugün 2074’e çıktı.
Çünkü türban hayatın her alanına girdi.
Çünkü 4+4+4 olarak bilinen değişiklikle eğitimin gericileştirilmesinin önü açıldı.
Çünkü İslamî mahalle baskısını her geçen gün biraz daha fazla hissetmeye başladık.
Çünkü IŞİD, El Nusra, tıpkı vakti zamanındaki Hizbullah gibi, bırakalım başka başka yasaklamaları, aleni kafa kesiyor.
Çünkü 10 yılı aşkın zamandır, AKP iktidar vesilesiyle toplumsal yaşam adım adım gericileştirildi, İslamîleştirildi. Burada Başbakan’dan gerici, muhafazakâr, din ve mezhep düşmanlığını körükleyen söz ve çıkışlarını sıralamaya gerek dahi yok.
Çünkü kimi sol, aydın, seküler çevrelerin benzer akıl tutulması içinde olduğunu görüyoruz.
Çünkü CHP’li belediyeler iftar çadırı açma yarışına giriyor, Cumhurbaşkanlığı seçiminde bir başka İslami adaydan medet umuyor.
Çünkü seküler özelliği nedeniyle kendimizi yakın hissettiğimiz Kürt hareketi iftar çadırı açmak şöyle dursun, “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri düzenliyor, “Demokratik İslam Konferansı” topluyor.
Çünkü kamuda türbanın serbest bırakılması doğrultusunda oy veren sol iddialı siyasetçiler bulunuyor.
Açın bakın Meclis’teki oylamalara: Zorunlu eğitimi 12 yıla çıkaran kanun teklifine kim evet dedi, hangi vekiller “Kur’an-ı Kerim ile Hz Muhammed’in hayatının ortaokul ve liselerde seçmeli ders olarak okutulması” için evet oyu verdi.
Çünkü her sabah, Ayrancı Lisesi’nin önünden Dikmen’e çıkarken, “Ayrancı İmam Hatip Lisesi” tabelasını görünce içim cız ediyor.
Açın bakın gazete haberlerine: 4+4+4 gericiliğine karşı kim, hangi sol/sosyalist çevre canhıraş mücadele etmiş. Kim bunu bir sorun olarak görmemiş, kim önemsememiş, kim önemsese de kılını kıpırdatmamış, kim gericiliğin simgelerini “özgürlükler” bağlamında görüp desteklemiş.
Böyle giderse, bir zaman sonra dudaklarımızdan çıkan en dramatik sözcük “keşke” olacak.
İnönü Alpat
fotoğraf; İran 1979

21 Eylül 2014 Pazar

SEVR(SEVRES) ANTLAŞMASI



  1. Sınırlar (madde 27-36): Edirne ve Kırklareli dahil olmak üzere Trakya'nın büyük bölümü Yunanistan'a, Ceyhan, Antep, Urfa, Mardin ve Cizre kent merkezleri Suriye'ye bırakılacak, İstanbul Osmanlı Devleti'nin başkenti olarak kalacak;
  2. Boğazlar (madde 37-61): İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile Marmara Denizi silahtan arındırılacak, savaş ve barış zamanında bütün devletlerin gemilerine açık olacak; Boğazlar'da deniz trafiği on ülkeden oluşan uluslararası bir komisyon tarafından yönetilecek; komisyon gerekli gördüğü zaman Müttefik Devletler'in donanmalarını yardıma çağırabilecek;
  3. Kürt Bölgesi (madde 62-64): İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat'ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak; bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecek
  4. İzmir (madde 65-83): Yaklaşık olarak bugünkü İzmir ili ile sınırlı alanda Osmanlı İmparatorluğu egemenlik haklarının kullanımını beş yıl süre ile Yunanistan'a bırakacak; bu sürenin sonunda bölgenin Osmanlı veya Yunanistan'a katılması için plebisit yapılacak;
  5. Ermenistan (madde 88-93): Osmanlı, Ermenistan Cumhuriyeti'ni tanıyacak; Türk-Ermeni sınırını hakem sıfatıyla ABD Başkanı belirleyecek (Başkan Wilson 22 Kasım 1920'de verdiği kararla Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan'a verdi.)
  6. Arap ülkeleri ve Adalar (madde 94-122): Osmanlı savaşta veya daha önce kaybettiği Arap ülkeleri, Kıbrıs ve Ege Adaları üzerinde hiçbir hak iddia etmeyecek;
  7. Azınlık Hakları (madde 140-151): Osmanlı din ve dil ayrımı gözetmeksizin tüm vatandaşlarına eşit haklar verecek, tehcir edilen gayrimüslimlerin malları iade edilecek, azınlıklar her seviyede okul ve dini kurumlar kurmakta serbest olacak, Osmanlı'nın bu konulardaki uygulamaları gerekirse Müttefik Devletler tarafından denetlenecek;
  8. Askeri Konular (madde 152-207): Osmanlı İmparatorluğu'nun askeri kuvveti, jandarma dahil 50.700 kişiyle sınırlı olacak ve ağır silahları bulunmayacaktı.[1][4]Türk donanması tasfiye edilecek, Marmara Bölgesi'nde askeri tesis bulunduramayacak, askerlik gönüllü ve paralı olacak, azınlıklar orduya katılabilecek, ordu ve jandarma Müttefik Kontrol Komisyonu tarafından denetlenecek;
  9. Savaş Suçları (madde 226-230): Savaş döneminde katliam ve tehcir suçları işlemekle suçlananlar yargılanacak;
  10. Borçlar ve Savaş Tazminatı (madde 231-260): Osmanlı İmparatorluğu'nun mali durumundan ötürü savaş tazminatı istenmeyecek, Türkiye'nin Almanya ve müttefiklerine olan borçları silinecek; ancak Türk maliyesi müttefiklerarası mali komisyonun denetimine alınacak;
  11. Kapitülasyonlar (madde 260-268): Osmanlı'nın 1914'te tek taraflı olarak fesh ettiği kapitülasyonlar müttefik devletler vatandaşları lehine yeniden kurulacak;
  12. Ticaret ve Özel Hukuk (madde 269-414): Türk hukuku ve idari düzeni hemen her alanda Müttefikler tarafından belirlenen kurallara uygun hale getirilecek; sivil deniz ve demiryolu trafiği Müttefik devletler arasında yapılan işbölümü çerçevesinde yönetilecek; iş ve işçi hakları düzenlenecek hükümlerini içeren bir antlaşmadır.

18 Eylül 2014 Perşembe

BLUES


Yağmurdan kaçarken taşa tutuldum
Dönüp bakamadım bile
Şimdi kendi içine yağan bir bulutum
Kağıtlar yeşeriyor toprak yerine
Saçlarımı uzattım, aynayı kırdım
Deri ceketimi çıkardım sandıktan
Cebimde 20 yıl önceki sevgilimin resmi
O mu büyüdü, ben mi yaşlandım?
Gümüş tabakamı, köstekli saatimi
Bir blues ritmiyle kullanıyorum
Her sabah yeniden uyansam da
Naftalinli bir gençlik bu yaşadığım
İpsiz ruhum, sarsak, serseri
Otobanlarda sırtında heybesiyle
Cafelerde tuborg bira ve patates cipsiyle
Durdun bir yerde, çağını bekliyorsun
Ahmet Erhan

8 Eylül 2014 Pazartesi

O KADAR


Sorarlar ya bazen
Ne kadar seviyorsun diye
Nasıl anlatayım bilemedim hiç
Hani var ya bazen diye başlasam
Sözlerimin sonu gelmez sanırsın
Kısaca da anlatılmaz ama
Yokluğunu düşünemiyorum bile inanır mısın

Tahir ÖZCAN  Eylül 2014

1 Eylül 2014 Pazartesi

SEFA

Tokuşturun kadehleri
İşte beyaz peynir
Tokuşturun bir daha
Kavunla da iyidir
Tokuşturun hadi
Musıki ve muhabbet
Meze niyetine
Eylül akşamında
Balık mundar mı edilir
Bu şişe bitti garson
Bir büyük daha getir

Tahir ÖZCAN   Eylül 2014

20 Ağustos 2014 Çarşamba

UMBERTO ECO İLE SÖYLEŞİ

Umberto Eco

Türkiye’ye Orhan Pamuk’la birlikte bir konuşma yapmak için geliyorsunuz. Mevzu nedir?
İlginç olabilir çünkü Orhan Pamuk’la epey ortak noktamız var aslında. Kurmaca karakterleri seviyoruz, aynı şeylere meraklıyız. Romanlarını çok beğeniyorum. Dolayısıyla da kendisiyle sohbet edecek şansı bulacak olmaktan memnunum.
Ortak noktalar derken neyi kastettiniz?
O da benim gibi zaman zaman postmodern olduğu için takdir edilen, zaman zaman da benim gibi aynı gerekçeyle suçlanan birisi. Postmodern olmak ne demek ben de tam anlamıyorum ama işte bu yakıştırma başıma geliyor. Ortak noktalardan biri de ikimizin de uzun listelere meraklı olması. Hatta öyle ki ben bir liste antolojisi bile yazdım. Sanırım bugüne kadar henüz hiç tanışmamış olsak da kendisini dolaylı bir arkadaş olarak görüyorum hayatta. İyi bir buluşma olacak.
Pamuk’un en çok hangi romanı etkiledi sizi?
“Benim Adım Kırmızı.” Resimleri kelimelerle anlatan o retoriksel edebi tekniğin mükemmel bir örneği. Ben de o tekniği çok severim. Bir de “Masumiyet Müzesi” elbette. Pamuk romanları arasında benim için duygusal anlamda en ilginç olan odur.
Orhan Pamuk o kitaba ismini veren Masumiyet Müzesi’ni de İstanbul’da açtı.
Evet biliyorum. Geldiğimde ziyaret edeceğim yerlerden biri olacak. Orhan beni davet etti, ben de çok merak ediyorum doğrusu.
Son dönemde Türkiye hakkındaki genel izlenimleriniz nedir?
Açıkçası Türkiye hakkında eskiye dair çok izlenimim var ama güncele dair izlenimlerim oldukça az. Sadece bir kez, 1998’de İstanbul’a gittim. Oğlum ise iki hafta önce oradaydı. Anlattıklarından, İstanbul’un on beş yılda bile çok değiştiği izlenimi edindim. O ilk gidişimde de bir toplantıya ya da konferansa davet edilmiştim. Ama o daveti vesile yaptım aslında çünkü derdim Konstantinapol’ü görmekti. O dönemde yazmaya niyetli olduğum Baudolino kitabınının açılışını Konstantinapol ile yapmak istiyordum zira. Ancak gerçekte bunu yapmak için hiçbir gerekçem de yoktu. Baudolino’nun hikâyesi 12’nci yüzyılın ortalarında geçer ama asıl derdim 1400’lerdeki fetihçileri anlatmaktı ki arada iki yüzyıl fark var. Konstantinapol konusundaki mantık dışı saplantım nedeniyle kitabı yazmak zorlaştı. Epey acı çektim o süreçte.
Batı’dan bakan çoğu kimse Türkiye’yi iki kıtanın ortasındaki “köprü” benzetmesiyle tanımlar. “Müslüman dünyadaki tek laik ülke” vurgusu da ihmal edilmez.
Evet, en azından Atatürk’ten sonra öyle.
Ancak bugün diğer Müslüman uluslar da kendi kaderlerini değiştirmek için, demokrasi arayışıyla bazı süreçler yaşıyor. Bütün bu kaotik değişim sürecinin ortasında Türkiye nasıl bir noktada duruyor size göre?
Söylediniz. O köprü kelimesi çok uygun hâlâ aslında. Ülkeniz bir köprünün kaderindeki bütün şanslara da kusurlara da sahip. Orhan Pamuk’un kitaplarını okumak bile eski geleneksel yapı ile Avrupalı olma hevesi arasındaki süregiden gerilimleri anlamak için yeterli. Sanki devamlı bölünmüş olmaya mahkum edilmiş, nereye gitmesi gerektiğini hiçbir zaman bilemeyen bir ülke gibi Türkiye. Bilemiyorum. Ama izlenimim o ki; çoğu Türk insanı bir yandan Avrupalı olmak istiyor ama bir yandan da geleneklerinden vazgeçmek istemiyor.
İstanbul’u görme saplantısı nereden çıktı?
Çünkü Konstantinapol’ü hiç görmemiştim ve aslında Bizans tarihine de hiç alışık değildim. Biliyor musunuz ki bazı kitapları bazı yeni yerleri keşfetmek için kullanırım. İşte Baudolino’da da öyle oldu, Konstantinapol’e gitmeye karar verdim. O sırada pek çok Bizanslı seyyahın kitaplarını buldum okudum. İtalya’da çok ünlü bir yazar olan Edmondo De Amicis’in Konstantinopol üzerine yazdığı kitap beni çok etkiledi. Aslında İtalya’da meşhur olmasının nedeni hep mutlu şeylerden bahseden korkunç bir çocuk kitabıdır. Ama adam iyi bir gazeteci, 1860’lardaki Konstantinapol’ü çok iyi anlatmış. Onu okudukça İstanbul’a aşık oldum. Sonraki süreçte de zaten İstanbul’un dünyadaki en güzel dört şehirden biri olduğuna ikna oldum.
Diğerleri hangileri?
Roma, Rio de Janerio, New York ve İstanbul. Muhteşem başka şehirler de var elbette. Paris ve Londra’da yaşamak isteyebilirdim. Ama doğal güzellik derseniz dört şehir sayarım sadece. O dört şehre karşı derin entelektüel duygular besliyorum.
Hâlâ Bologna Üniversitesi’nde derslere giriyor musunuz?
Hayır, prensipte artık emekliyim. Emeritus oldum. Ama post doktora araştırmaları merkezinin direktörüyüm. Arada bir gidiyorum ama düzenli olarak derslere girmiyorum artık.
Aslında üniversiteye gidip gitmediğinizi sormamın asıl nedeni gençlerin sosyal medyayla olan ilişkilerine dönük gözlemlerinizi merak etmem. İnternet meselesi üzerine epey yazıp çizdiniz. Buradan yola çıkarsak bireyciliğin hangi aşamasındayız?
Evet, bu genç nesiller için gerçek bir risk. Yalnızlık riski. Sokakta yürürken artık insanlar birbirinin yüzüne bile bakmıyor. Kulaklıklarında çalan şeye konsantre durumdalar. Gelecekte ne olacak bilemiyorum. Yani dünyayla gerçekten temas etmeyi başarabilen insanlar kalacak mı? Sanıyorum, bu gençlerin nasıl yetiştirildiğine çok bağlı. Benzer davranış biçimlerini kendi torunlarımda da görüyorum. Ellerinde hep o aletler. Ama bir yandan spor da yapıyor, müzeye de gidiyorlar. Eğer aile diğer konularda da bilinçlendirirse, çocuklar da sadece önlerindeki aletin yalnız kölesi olmak durumunda kalmaz. Bu konuda öğrencilerimle ilgili bir gözlem paylaşamayacağım. Zira artık sadece lisansüstü gruplarla bire bir görüşüyorum. Ayrıcalıklı bir konumum var, anlatabiliyor muyum? (Kahkaha atıyor). Galata Kulesi gibi ayrıcalıklı bir konum. Sadece akıllı insanlarla görüşüyorum. Ayrıcalıklı bir gözlemevinde yaşıyorum bir nevi. O yüzden bana dünyanın geri kalanıyla ilgili soru sormayın rica ederim.
Ama Facebook ve Twitter sormadan yeni nesilleri analiz etmek de pek zor olacak sanırım.
Bence insanlar Facebook’a bakıyorlar çünkü birileriyle iletişim kurmak istiyorlar. Kendimizi tanımak ve tanımlayabilmek için ötekine ihtiyaç duyarız. İşin psiko-analizine girersek özü budur. Eğer bugünkü gibi izole bir dünyada yaşıyorsam da o ötekiyi bulmak için de Facebook’a girerim ve aslında sahte bir “öteki”yi aramış olurum. Çünkü orada yaşlı ve çirkin bir polis, genç ve güzel bir kızmış gibi bir görüntü veriyor olabilir. Dolayısıyla da aslında bunu yapanlar bugün sadece sanal olarak var olan ya da hiç var olmayan bir ötekinin tepkilerini anlamaya çalışıyor. Bu yaşanan bence arkadaşlık krizidir. Arkadaşlık kavramı bugün krizde. Belki sizin geleneksel anlamda arkadaşlarınız hâlâ vardır. Ama bunu bir Amerikalıya sorun bakalım. Ortalama bir Amerikalının arkadaşı yoktur. O yüzden de altı ay sonra ülkenin başka bir köşesine taşınsa büyük sorun yaşamaz. Market aynı, sinema aynı, zaten önceden de arkadaşı yoktu, sadece iş arkadaşları… İşte bu insanlar için buldular sosyal medyayı. New York’taki birtakım Yahudi entelektüellerin ya da San Francisco’daki homoseksüellerin arkadaşları vardır belki ama gerisinin yok işte.
Sizin resmi Facebook ya da Twitter hesaplarınız var mı?
Yok! Çünkü benim bir dolu gerçek arkadaşım var. Ünlüler zaten arkadaşlık için değil de aslında halkla ilişkiler faaliyeti için kullanıyor bu mecraları. İyi, ben de meşhur olmam o zaman. Bütün dünyadan bir dolu ahmak tarafından her dakika rahatsız edilmek istemiyorum. Zaten haddinden fazla e-posta alıyorum. Hepsini ben okumasam da yine de çok fazla. Asistanım ilgileniyor. Ben sadece çok önemli olanları okuyorum, sonra da onları basıp çekmeceye koyuyorum. Sonra da çekmecedekileri unutuyorum. Yani sonuçta hep ilgisiz insanlarla muhatap olduğum söylenebilir. Önemli insanlar çekmecede.
Sizce dinin toplumdaki yeri ve algısı yüz yıl öncesine göre değişti mi?
İnsanlar bir şeye inanmak istiyor. İnsanlar artık tanrıya inanmıyor demek aslında insanlar artık hiçbir şeye inanmıyor demek değil. Tam tersine tanrıya inanmayan insan aslında her şeye inanıyordur. Semavi dinlere inananların sayıları azalırken new age tarzı akımlara inananların ya da uçan benzersiz nesnelere inananların sayılarının artması bir tesadüf değil. Bugün Papa seçimine gösterilen ilgilinin bile dinsel duygularla çok az ilgisi olduğunu düşünüyorum. Yeni bir karizmatik kişiliği tanımaktan dolayı heyecanlılar sadece. Ama o meydanda toplanan insanların hepsinin daha sonra ayine girdiğine ya da dua ettiğine falan ikna olmuş değilim kesinlikle.
Neden toplanıyorlar o zaman? Bir nevi karnaval mı o seremoni?
Bakın, Papa II. Jean Paul seçildiğinde o meydanda dünyanın dört bir yanından yüz binlerce genci toplamayı başarmıştı. Ama o güne dair bazı belgeler gecenin sonunda meydanda bir dolu kullanılmış prezervatif bulunduğunu ortaya koydu. Bunun belgesi var. Papa’yı kutlamaya gelen gençler o meydanda seviştiler, seks yaptılar. Düşünsenize her türlü dini ve manevi değerin karşısında bir eylem. Söyleyin bakalım bunun dinle bir ilgisi var mı? Elbette bu da bir çeşit din diyebilirsiniz ama Katolik inancıyla bir ilgisi olmadığı ortada. Katoliklik prezervatif kullanımını her türlü yasaklar.
Siyasetçiler arasında dini en çok kullananlar kimler sizce?
Berlusconi’ye bakın, dini hâlâ kullanır. Obama pratikte zaten dini kullanmak zorunda olan bir siyasetçi çünkü Amerikan anayasasında Tanrı ismi geçiyor ve bütün dolarların üzerinde “Tanrı’ya inanıyoruz” yazar. Yani her Amerikan başkanı tanrıya inanmak zorunda yoksa başkan seçilemez. Amerikan başkanları konuşmalarını “Tanrı sizi korusun” diye bitirir. Bir İtalyan ya da Fransız Cumhurbaşkanı bunu hayatta yapamaz.
Cansu Çamlıbel, Sebati Karakurt( 2013, Hürriyet)

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...