"..kağıt bir gemidir devrim / bütün gemiler / hurdaya çıksa da sonunda / taşıdığı özgürlük şiiriyle / batmadan yüzer nicedir / dünya sularında / kim bilir kaç yunus görmüş / kaç DENİZ GEZMİŞ...Sunay Akın"
27 Şubat 2015 Cuma
22 Şubat 2015 Pazar
AYDINLIK ve KARANLIK
Bilge Milli Eğitim Bakanımız Hasan Ali Yücel'in de dediği
gibi…
Yüzü geriye dönükler, ileriye giden bir vasıtada ters olarak
oturanlar gibidir. Uzaklaşan nesneleri, geride bıraktıklarını kayboluyor zannederler.
Akılları karışır, ıstırabtadırlar, sıkıntılıdırlar, çoğu zaman da bunda
samimidirler. Yüzü ileriye dönük olanlar ise önlerinde çok küçük duran uzak
hedeflerin ilerledikçe büyüdüğünü görürler. İyimserdirler. Geleceğe umutla
bakarlar ve gayretlidirler.
Kısa ve net. İki dünya görüşünün savaşıdır Cumhuriyet.
Tahir ÖZCAN
17 Şubat 2015 Salı
GÖT
Can Yücel
Bir şiirinde göt lafını kullandığı için mahkemeye çıkar Can Yücel ,hakim sora",niye göt" dedin diye. Tamam hakim bey ama önce bir şey anlatayım der,başlar anlatmaya.
Bir köyde ateşli bir hasta vardır, kasabaya doktora getirir hastayı köylüler. koca devletin koca doktoruna. Doktor hastaya fitil verir ve köye döndükleri gibi hastaya fitili anüsten vermelerini söyler köylülere.
Köylüler 'tamam dohtor bey' deyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgelere bile, ama kimse anüs ne demektir bilemez.
Bu nedenle bir türlü ilacı da veremezler hastaya. Hastanın durumu da gitgide kötüleşmektedir. Bunun üzerine köylü, doktora, koca devletin koca doktoruna telefon etmeye karar verir ama kimse buna yanaşmaz. Ne cür'et değil mi doktoru arayacak bir köylü. Neyse durumun vahameti üzerine muhtar aramayı kabul eder. Bütün köylü toplanır santrale, muhtar arar, "biz ne yapacaamızı bilemedik dohtor bey" filan der. Karşıdan doktor bir şeyler söyler. Muhtar döner arkasına: "makattan verin dedi dohtor" der.
Bir köyde ateşli bir hasta vardır, kasabaya doktora getirir hastayı köylüler. koca devletin koca doktoruna. Doktor hastaya fitil verir ve köye döndükleri gibi hastaya fitili anüsten vermelerini söyler köylülere.
Köylüler 'tamam dohtor bey' deyip köye giderler. Köydeki herkese sorarlar, en bilgelere bile, ama kimse anüs ne demektir bilemez.
Bu nedenle bir türlü ilacı da veremezler hastaya. Hastanın durumu da gitgide kötüleşmektedir. Bunun üzerine köylü, doktora, koca devletin koca doktoruna telefon etmeye karar verir ama kimse buna yanaşmaz. Ne cür'et değil mi doktoru arayacak bir köylü. Neyse durumun vahameti üzerine muhtar aramayı kabul eder. Bütün köylü toplanır santrale, muhtar arar, "biz ne yapacaamızı bilemedik dohtor bey" filan der. Karşıdan doktor bir şeyler söyler. Muhtar döner arkasına: "makattan verin dedi dohtor" der.
Yine tüm köye sorarlar, komşu köylere birilerini yollayıp sordururlar
falan, ama makat nedir bilen yoktur yine. Hasta ise gitti gidecek, ateşler içinde kıvranıyor baya.
falan, ama makat nedir bilen yoktur yine. Hasta ise gitti gidecek, ateşler içinde kıvranıyor baya.
İhtiyar meclisi toplanır. Son çare, doktorun bir kez daha aranmasına
karar verilir. Yine kimse aramak istemez doktoru. Nihayetinde yine
biri kandırılır, telefonun başına geçer, ama bir yandan söylenmektedir:
"çok kızacak dohtor çok!" diye.
karar verilir. Yine kimse aramak istemez doktoru. Nihayetinde yine
biri kandırılır, telefonun başına geçer, ama bir yandan söylenmektedir:
"çok kızacak dohtor çok!" diye.
Sonunda telefonu açar, durumu anlatır, doktor bir şeyler söyler yine.
Telefondaki köylü, yüzü allak bullak, arkasını döner: "çok kızacak
demiştim; götüne sokun dedi"
Telefondaki köylü, yüzü allak bullak, arkasını döner: "çok kızacak
demiştim; götüne sokun dedi"
Sonrada hakime döner"şimdi hakim bey size soruyorum,göte göt denmez de ne denir, bu memlekette."
15 Şubat 2015 Pazar
İDAM
DAHA ÖNCEKİLER GİBİ ''ÖZGECAN'' OLAYINDAN SONRA DA
BAŞLAYAN ŞU İDAM GERİ GELSİN SAÇMALIĞINDAN SIKILDIM.
BÖYLE BİR ÜLKEYE İDAMI GERİ GETİRMEK ÇÖZÜM MÜ?
GEÇMİŞTE BOŞ YERE İDAM EDİLENLERİ NE ÇABUK UNUTTUK.
FAİLİ MEÇHULLERİN İDAM EDİLMESİ GEREKEN MAKTULLERİ ECELLERİYLE
ÖLMEDİ Mİ BU ÜLKEDE.
BU CİNAYETLERİN SEBEBİ İDAMIN OLMAMASI DEĞİL.
İLERİCİ MODERN BİR EĞİTİM SİSTEMİ OTURTAMADIĞIMIZ,SAÇMA SAPAN GELENEKLERDEN DOGMALARDAN KURTULAMADIĞIMIZ, ÖZGÜR DÜŞÜNCEYİ BİREYCİLİĞİ HAKİM KILAMADIĞIMIZ VE YETERİNCE AYDINLIK NESİLLER YETİŞTİREMEDİĞİMİZ İÇİN VAR BU CİNAYETLER.
AYRIMCILIK VAR EŞİTLİK YOK, İNTİKAM VAR HOŞGÖRÜ YOK, ÇIKARCILIK VAR
SEVGİ YOK, BU YÜZDEN İNSANİ DEĞERLER YOK BU ÜLKEDE.
HELE DİKTATÖRLÜĞE EVRİLEN İKTİDARIN YENİ İÇ GÜVENLİK YASASINI
ÇIKARTMAK İSTEDİĞİ ŞU GÜNLERDE TAM ARADIĞI ŞEY.
İDAM GELSE NE OLACAK? HAK EDENLER KAYIRILIP KURTULACAK,
ÇOĞUNLUKLA MASUMLAR ÖLECEK.
ÖRNEK Mİ: DENİZ GEZMİŞ, ERDAL EREN, ADNAN MENDERES BİLE SAYILABİLİR
HAKSIZ ASILANLAR ARASINDA. UĞUR MUMCU'NUN, ÇETİN EMEÇ'İN,
MADIMAKTA ÖLENLERİN FAİLLERİ NEREDE. ÖRNEKLER SAYFALARA
SIĞMAYACAK KADAR ÇOK.
Tahir ÖZCAN
8 Şubat 2015 Pazar
TEYZE
Demir kafeslerle ayrılmış büyükçe bir avlunun kenarında yürüyorduk. Birkaç Alman turistin gürültülü itirazları dikkatimizi çekti. Alman grup içeri girmeye çalışıyordu ama kapıdaki Arap görevliler bunu kabul etmiyordu: “Az önce izin verilen kafile Türklerden oluşuyor ve buraya sadece Türkler girebilir.”
Hayatı boyunca ayyıldızlı pasaportun külfetine katlanmış bizlere, bu ayrıcalık “köpeği ısıran adam” etkisi yaptı. Okul bahçesinde andımızı söylediğimiz günden beri ilk kez yüksek sesle haykırdım: “Türküm. Biz Türküz. Biz de girebilir miyiz?”
Arap görevli şaşırtıcı bir nezaketle kapıdan çekildi ve ardımızda kalan kıskanç Almanlara pis pis sırıtarak avluya girdik.
Şam’da Süleymaniye Külliyesi’ndeydik. O günlerde Esad Junior henüz “sabrımızı” taşırmamıştı ve Berlusconi Kaddafi’nin elini iştahla öpüyordu. İçeri kabul edildiğimiz bölümde küçük bir mescit ve hemen yanındaki alanda yirmi kadar mezar vardı. Türk kafilenin arasına karıştık. Türkçe bilen Arap bir türbedar kafileye rehberlik yapıyordu. Yanında da Türk olduğunu daha sonra öğrendiğimiz sessiz bir üniversite öğrencisi vardı.
Mezarlar Osmanlı soyundan gelen kişilere aitti. Neredeyse tamamı en fazla kırk elli yıllık, yeni mezarlardı. Türbedar her mezarın başında duruyor, teatral bir tonlamayla meftanın şeceresini ve adını söyledikten sonra “el fatiha” diyordu.
Dinleyiciler, annem gibi, karşı komşularımız Nuriye ve Muzaffer Teyze, yan komşumuz Hatice Teyze gibi “teyzeler”den oluşmuştu. Çoğunluğu dul olan bu kadınlar, uzun mantolarını ve harika desenlere sahip ipek başörtülerini bir üniforma gibi taşır, hamur işi yemekten hamur gibi oldukları için paytak paytak yürürler. İstanbul’da Eyüp veya Sultanahmet civarında, Konya’da veya Bursa’da, otobüslere doluşmuş cami cami gezen böyle teyze kafileleri bolca vardır. Suriye ile cicim ayları yaşadığımız o günlerde cami gezgini teyzeler Şam’a kadar ulaşmıştı demek.
Türbedar nihayet sonuncu mezarın yanına geldi. Bu mezar diğerlerine göre en gösterişsiz olandı. Her mezarın yanında acıklı bir sesle takdimde bulunan rehberimiz bu kez tanıtacağı mezar gibi mütevazi bir tonla konuştu: “Burada yediyüz yıl dünyayı yönetmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdeddin Efendimiz yatıyor. Ruhuna el fatiha”
Ben bile afalladım. Vahdeddin’in mezarının bu külliyede olduğunu biliyordum ama onun farklı bir bölümde, burası gibi bir bahçe kenarında değil de, tek başına ve gösterişli bir yerde olacağını düşünüyordum. Sanırım herkes böyle düşünüyordu. Teyzelerden birkaçı fenalaşmış gibi çığlık attı. Osmanlı’nın ihtişamı ve bu ufacık mezarın kontrastı; yaşam, ölüm, haklılık ve haksızlık gibi onlarca duyguyu harekete geçiriverdi.
O ana kadar Arap türbedarın yanında sessizce duran üniversite öğrencisi, kafile bu duygu yoğunluğu içindeyken konuşmaya başladı. “Cemaat” tarafından oraya tayin edilmiş bu genç adam, konuşmasını adım adım ve ustaca yükseltti.
Tarihsel verileri üyesi olduğu ekole uygun biçimde dilediği gibi alıntıladıktan sonra hala şokta olan kalabalığa modernliğin vahşiliğini, Atatürk’ün gaddarlığını ve cumhuriyetin kötülüklerini anlatmaya başladı.
“Tamam artık uzatma” dedi yaşlı bir teyze. “İnsanların duygularını sömürmek için mi bekliyordun? İşine geldiği gibi konuşma. Osmanlı’nın reklamını yapmaya mı geldin?”
Çevredeki diğer teyzeler kadına hak verir gibi mırıldandı. Öğrenci kıpkırmızı olup sustu. Boynunu büküp uzaklaşırken “Bir dahaki sefere nasıl daha da sinsi biçimde cümleleri sıralarım?” diye düşünür gibiydi.
Teyzenin yanına gittim ve Bursalı olup olmadığını sordum. Biz sonradan geldiğimiz için o da bizi yabancı zannediyormuş. Teyzenin uzun paltosuna, desenli ipek başörtüsüne, ışıldayan mavi gözlerine baktım.
Kötünün kötü, iyinin iyi gibi olduğu dizilerin sığ ve bayık dünyası çevremizi sardı. Herkes bir kampta. Laik laik gibi olmalı, dindar dindar gibi. Hiçbir şeyi yorumlamaya, derinlemesine incelemeler yapmaya vakit yok. Kimse okumuyor ama herkes ha bire yazıyor. Olaylar karşısında muhakeme gücümüz hızla zayıflıyor ve bir köşede bekleyen sırtlanlar en zayıf anlarımızda vaaze başlıyor.
Sosyoloji, psikoloji ve felsefeden uzaklaştıkça dünyayı klişelerden ibaret görmeye başlıyoruz. Bu klişeleri okşayan esnafça yazılar, sinsice haberler veya çarpıtılmış filmler hoşumuza gidiyor. Duymak istediğimizi duymak, görmek istediğimizi görmek istiyoruz. Bunun aksini yapmaya girişen herkesi lanetlemeye ve yok etmeye hazırız.
Neyse ki insan bir klişe değil. Neyse ki o başörtülü teyzelerin büyük bölümü yeri geldi mi “Yeter artık, uzatma” diyecek kadar bilgeler.
Toplum mühendisliği şehveti gitgide artan, altın neslin iktidara geleceği gün hayaliyle köpüren, fani alkışların coşkusuyla gözleri kararmış, kendilerini fazlasıyla muktedir sanan bazı şaşkınlar var. Kaçırdıkları şey Sultan Süleyman’ın da olsa, Vahdeddin’in de olsa mezarın mezar olduğu. Ve çantada keklik sandıkları teyzelerin, bir gün gelip “Yeter artık, uzatma” diyebileceği.
Çocuklarına güzel öğütler veren, onların çalışması, toplumda saygı görmesi için kıt kanaat gelirlerle bir ömür didinen teyzecikler. İki kitap okur okumaz hatalarını gördüğümüz, dünyanın bütün sülüklerine hovardaca dağıttımız sabrımızı esirgediğimiz, her boku bildiğimiz için hep tepeden konuştuğumuz annelerimiz.
Bu satırları yazarken bir “bip bip” sesi duyuyorum sokaktan gelen. Cenaze nakil aracının sesi. Birazdan çok sevdiğim örnek bir insanın, yan komşumuz Hatice Teyze’nin cenazesini kaldıracağız. Geçen ay da Muzaffer Teyze gitmişti.
Ne mutlu ki kenar mahalle çocuğum. Ne mutlu ki hayatım böyle teyzeler içinde geçti. Ne mutlu ki onlar hep varlar; bazen sadece hayallerimizde nefes alsalar da.
Ateş İlyas Başsoy (BirGün - 2012)
3 Şubat 2015 Salı
MUTLULUK
Yakınımda bir yerlerde
Bir an görünüp
Çok zaman kayboluyor
Saklanmayı seviyor
Kaçıp kovalanmak istiyor
İki kuruşluk keyfime
Limon sıkmaya bayılıyor
Şımarık galiba şu MUTLULUK
Kendini ne sanıyor.
Ben 04-02-2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
MAGNUM
Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...