Demir kafeslerle ayrılmış büyükçe bir avlunun kenarında yürüyorduk. Birkaç Alman turistin gürültülü itirazları dikkatimizi çekti. Alman grup içeri girmeye çalışıyordu ama kapıdaki Arap görevliler bunu kabul etmiyordu: “Az önce izin verilen kafile Türklerden oluşuyor ve buraya sadece Türkler girebilir.”
Hayatı boyunca ayyıldızlı pasaportun külfetine katlanmış bizlere, bu ayrıcalık “köpeği ısıran adam” etkisi yaptı. Okul bahçesinde andımızı söylediğimiz günden beri ilk kez yüksek sesle haykırdım: “Türküm. Biz Türküz. Biz de girebilir miyiz?”
Arap görevli şaşırtıcı bir nezaketle kapıdan çekildi ve ardımızda kalan kıskanç Almanlara pis pis sırıtarak avluya girdik.
Şam’da Süleymaniye Külliyesi’ndeydik. O günlerde Esad Junior henüz “sabrımızı” taşırmamıştı ve Berlusconi Kaddafi’nin elini iştahla öpüyordu. İçeri kabul edildiğimiz bölümde küçük bir mescit ve hemen yanındaki alanda yirmi kadar mezar vardı. Türk kafilenin arasına karıştık. Türkçe bilen Arap bir türbedar kafileye rehberlik yapıyordu. Yanında da Türk olduğunu daha sonra öğrendiğimiz sessiz bir üniversite öğrencisi vardı.
Mezarlar Osmanlı soyundan gelen kişilere aitti. Neredeyse tamamı en fazla kırk elli yıllık, yeni mezarlardı. Türbedar her mezarın başında duruyor, teatral bir tonlamayla meftanın şeceresini ve adını söyledikten sonra “el fatiha” diyordu.
Dinleyiciler, annem gibi, karşı komşularımız Nuriye ve Muzaffer Teyze, yan komşumuz Hatice Teyze gibi “teyzeler”den oluşmuştu. Çoğunluğu dul olan bu kadınlar, uzun mantolarını ve harika desenlere sahip ipek başörtülerini bir üniforma gibi taşır, hamur işi yemekten hamur gibi oldukları için paytak paytak yürürler. İstanbul’da Eyüp veya Sultanahmet civarında, Konya’da veya Bursa’da, otobüslere doluşmuş cami cami gezen böyle teyze kafileleri bolca vardır. Suriye ile cicim ayları yaşadığımız o günlerde cami gezgini teyzeler Şam’a kadar ulaşmıştı demek.
Türbedar nihayet sonuncu mezarın yanına geldi. Bu mezar diğerlerine göre en gösterişsiz olandı. Her mezarın yanında acıklı bir sesle takdimde bulunan rehberimiz bu kez tanıtacağı mezar gibi mütevazi bir tonla konuştu: “Burada yediyüz yıl dünyayı yönetmiş Osmanlı İmparatorluğu’nun son padişahı Vahdeddin Efendimiz yatıyor. Ruhuna el fatiha”
Ben bile afalladım. Vahdeddin’in mezarının bu külliyede olduğunu biliyordum ama onun farklı bir bölümde, burası gibi bir bahçe kenarında değil de, tek başına ve gösterişli bir yerde olacağını düşünüyordum. Sanırım herkes böyle düşünüyordu. Teyzelerden birkaçı fenalaşmış gibi çığlık attı. Osmanlı’nın ihtişamı ve bu ufacık mezarın kontrastı; yaşam, ölüm, haklılık ve haksızlık gibi onlarca duyguyu harekete geçiriverdi.
O ana kadar Arap türbedarın yanında sessizce duran üniversite öğrencisi, kafile bu duygu yoğunluğu içindeyken konuşmaya başladı. “Cemaat” tarafından oraya tayin edilmiş bu genç adam, konuşmasını adım adım ve ustaca yükseltti.
Tarihsel verileri üyesi olduğu ekole uygun biçimde dilediği gibi alıntıladıktan sonra hala şokta olan kalabalığa modernliğin vahşiliğini, Atatürk’ün gaddarlığını ve cumhuriyetin kötülüklerini anlatmaya başladı.
“Tamam artık uzatma” dedi yaşlı bir teyze. “İnsanların duygularını sömürmek için mi bekliyordun? İşine geldiği gibi konuşma. Osmanlı’nın reklamını yapmaya mı geldin?”
Çevredeki diğer teyzeler kadına hak verir gibi mırıldandı. Öğrenci kıpkırmızı olup sustu. Boynunu büküp uzaklaşırken “Bir dahaki sefere nasıl daha da sinsi biçimde cümleleri sıralarım?” diye düşünür gibiydi.
Teyzenin yanına gittim ve Bursalı olup olmadığını sordum. Biz sonradan geldiğimiz için o da bizi yabancı zannediyormuş. Teyzenin uzun paltosuna, desenli ipek başörtüsüne, ışıldayan mavi gözlerine baktım.
Kötünün kötü, iyinin iyi gibi olduğu dizilerin sığ ve bayık dünyası çevremizi sardı. Herkes bir kampta. Laik laik gibi olmalı, dindar dindar gibi. Hiçbir şeyi yorumlamaya, derinlemesine incelemeler yapmaya vakit yok. Kimse okumuyor ama herkes ha bire yazıyor. Olaylar karşısında muhakeme gücümüz hızla zayıflıyor ve bir köşede bekleyen sırtlanlar en zayıf anlarımızda vaaze başlıyor.
Sosyoloji, psikoloji ve felsefeden uzaklaştıkça dünyayı klişelerden ibaret görmeye başlıyoruz. Bu klişeleri okşayan esnafça yazılar, sinsice haberler veya çarpıtılmış filmler hoşumuza gidiyor. Duymak istediğimizi duymak, görmek istediğimizi görmek istiyoruz. Bunun aksini yapmaya girişen herkesi lanetlemeye ve yok etmeye hazırız.
Neyse ki insan bir klişe değil. Neyse ki o başörtülü teyzelerin büyük bölümü yeri geldi mi “Yeter artık, uzatma” diyecek kadar bilgeler.
Toplum mühendisliği şehveti gitgide artan, altın neslin iktidara geleceği gün hayaliyle köpüren, fani alkışların coşkusuyla gözleri kararmış, kendilerini fazlasıyla muktedir sanan bazı şaşkınlar var. Kaçırdıkları şey Sultan Süleyman’ın da olsa, Vahdeddin’in de olsa mezarın mezar olduğu. Ve çantada keklik sandıkları teyzelerin, bir gün gelip “Yeter artık, uzatma” diyebileceği.
Çocuklarına güzel öğütler veren, onların çalışması, toplumda saygı görmesi için kıt kanaat gelirlerle bir ömür didinen teyzecikler. İki kitap okur okumaz hatalarını gördüğümüz, dünyanın bütün sülüklerine hovardaca dağıttımız sabrımızı esirgediğimiz, her boku bildiğimiz için hep tepeden konuştuğumuz annelerimiz.
Bu satırları yazarken bir “bip bip” sesi duyuyorum sokaktan gelen. Cenaze nakil aracının sesi. Birazdan çok sevdiğim örnek bir insanın, yan komşumuz Hatice Teyze’nin cenazesini kaldıracağız. Geçen ay da Muzaffer Teyze gitmişti.
Ne mutlu ki kenar mahalle çocuğum. Ne mutlu ki hayatım böyle teyzeler içinde geçti. Ne mutlu ki onlar hep varlar; bazen sadece hayallerimizde nefes alsalar da.
Ateş İlyas Başsoy (BirGün - 2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder