İnsanlar genellikle inandıkları şeylerin doğru olduğunu
kabul ederler. Bu kabuller arttıkça da gerçeklerden uzaklaşırlar. Araştırmalar
göstermiştir ki; eğitim düzeyi düştükçe bu eğilim artıyor ve yanlışlara boğulan
bir sosyal yapı oluşuyor. Maalesef bu durum yurdum insanı için de geçerli. Hatta bizzat yaşadıklarımız durumun ta
kendisi…
Çoğu insan okulun öğrenilmesi gereken her şeyi öğrettiğini
zanneder. Oysa, üniversiteler de dahil okullarda yapılan şey, öğrenmenin
yollarını göstermektir. Çünkü kişi kendisi istemedikçe hiç bir şey öğrenemez.
Merak, şüphe, anlama isteği gibi arzular, yani diğer bir deyişle sorgulamak,
öğrenme eyleminin yapı taşlarını oluşturur.
İster ideolojik, dinsel, bilimsel, ister felsefi olsun, bence
kesinlik taşıyan doğrular, öğrenmenin ve dolayısıyla ilerlemenin önündeki
engellerdir. Gerçek ile doğrunun tam da ayrıldığı nokta dogmadır. Dogma: doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan
kabul edilen, olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin ya da ülkünün dayanağı
yapılan savdır. Yani dogma bilimsel düşüncenin
tam da karşıtıdır. Çünkü, bilimle yan yana gelemeyecek şey, kesin
kabuldür.
Birçok tanımı bulunan bilimin günümüzdeki tariflerinden biri
bilimin, gözlem ve deneyle yanlışlanabilen bilgi ve bulgular bütünü olmasıdır.
Bilimin bakış açısıyla dünya ve evrenin varlığı bir gerçektir. Tıpkı yaşam ve
ölüm gibi… Diğer yandan bilimsel bakış açısına göre tek bir doğru olamaz.
Örneğin, su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Bu bilimsel tanım
bugün için doğrudur. Yarın bir bilim insanı yeni bir madde keşfeder ve
hidrojenle oksijenin arasında bu maddenin yer aldığını ispatlarsa günümüzdeki bu
doğruyu yanlışlanmış olur. Bu durum suyun güncel olan en doğru tanımı olarak o
tarihteki literatürde yerini alır.
Herkesin bilim adamı olması ya da her bireyin bilimsel
düşünceyi yaşamının her anında var etmesi mümkün değil. Ancak eğitimin
gösterdiği yolda sorgulayarak,
araştırarak merak ederek bilimsel düşünce farkında bile olmadan hayatımızın
içinde olabilir.
Oysa, bizim insanlarımız (aslında dünyanın geneli için de
aynıdır) bilimsel düşünceden uzak, algı mekanizmaları üzerine kurulu siyasetin
hakim olduğu yönlendirmelerle yaşıyor. Algı operasyonu ile, kurgulanmış
senaryolara inanıp onları gerçek kabul ediyor. Bu şekilde eğitiliyor,
yönlendiriliyor, yaşatılıyor, hatta öldürülüyor ve bazen de birbirini öldürmesi
sağlanıyor.
Gerçek ve doğruyu vurucu bir örnekle tekrar anlatmak
istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri M. Kemal Atatürk’ü 1
Kasım 1938 yılında kaybettik. Artık Atatürk yok ve bu bir gerçek. Öğrenciliğim
yıllarında (1980/1990) çok daha öncesinden başlayan bir algı operasyonu ile
Mustafa Kemal’in sirozdan öldüğü öğretildi bize. Karaciğerde oluşan ve organı
tahrip eden bir hastalık olan siroz. Toplumumuzda alkol ve sigara kullananlarda
meydana geldiği kabul edilen bir hastalık .
Ama tek sebebi alkol ve sigara değil. Aslında hepatit mikrobu
taşıyanların siroz olma ihtimali daha yüksek. Dedim ya algı operasyonu. Sonuçta
biz bunu doğru kabul ederek yetiştik, büyüdük.
Artık Mustafa Kemal’in Trablusgarp savaşı sırasında sıtma
tedavisi gördüğü ve aşırı kinin sebebiyle karaciğerinde hasar oluştuğu tıbbi ve
askeri kaynakların, tarihçilerin yardımı ile biliniyor. Ne oldu yani, siroz ile
ilgili bildiğimiz doğrular değişti. Ancak hala Atatürk’ün aşırı alkol
tüketimine bağlı sirozdan öldüğüne inanan bir sürü insan var bu ülkede. Gerçek
olmamasına, ya da olmama ihtimaline rağmen.
Kimleri inanmak istediğine ya da işine gelene inanır. Kimileri de inanıyor
görünür.…
Varoluşundan bu yana kaydettiği ilerleme ile gelişen
insanlık, gerçeği arama serüvenine devam
ediyor. Bu yolda doğruları da var, yanlışları da var elbette. Bir gerçek daha
var ki, mutlak doğruları en aza indirgeyebilmiş toplumlar, yani sorgulayan ve
araştıranlar, zaman içerisinde daha hızlı gelişmiş ve aşama kaydetmiştir.
Tarihçiliğin bilim olup olmadığı bilim çevrelerinde hala tartışılırken, tarihi
süreç bize bunu göstermektedir.
Tahir ÖZCAN
01/10/2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder