Çocukların hiç bilmediği, gençlerin büyük çoğunlukla tenezzül bile
etmediği, yaş ilerledikçe insanlarda temayüz eden gayri ahlaki bir davranış.
Hatta öyle ki modernleşme ile şehirli kültürün gündelik hayatının bir parçası
olmuş bu hastalık. Üstelik te bulaşıcı. Toplumsal yozlaşmanın katalizörü. Diyebilirsiniz ki bu eskiden de böyle
miydi? Hem evet, hem hayır.
Gençliğimde okuduğum, ilk okuyuşumda çok komik gelen, aramızda
şaka konusu olan bir darb ı mesel vardı.
‘’Devlet'i Osmani
Ali'de terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz. Ya olacak kuvvetli iltimas, ya
olacak medeni haz, ya da olacak delikle temas.’’ Bu
günlerde moda olan ecdadımız Osmanlıda, işlerin nasıl yürüdüğünü hicveden bir
metin. Eskiden güldüğüm, güldürmek için başkalarına okuttuğum bu yazı, artık
beni güldürmüyor. Tam tersine öylesine üzüyor ki kahroluyorum. Meseleye din ve
ahlak yönüyle bakıyorum, evrensel insani değerler yönüyle bakıyorum, endişem
daha da artıyor. İnsanlık nereye gidiyor diye düşünmeden edemiyorum. İleriye
doğru akan evrimsel süreç olamaz bu diyorum.
Semavi veya değil bütün dinlerin öğretilerinde, kutsal metinlerinde
bunun ne kadar yanlış olduğu tekrar edilip durmuş. Peki nasıl bu duruma
gelinmiş? Osmanlı Devletinin kuruluş
sözleşmesi sayılacak ‘’Edebali’’nin Osman Gaziye vasiyetini, “Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam
basasın. Nereden
geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın...” hatırlarım. O güzel ahlaktan yukarıdaki rezil duruma nasıl
geliniyor. Ya da Cumhuriyet dönemine bakalım, ilk dönemlerin idealist,
vatansever kurucu vatandaşlarına. Ne imkansızlıklara, ne zorluklara
katlanıldığını ama ne şaşırtıcı bir hızla gelişme kaydedildiğini görüyoruz.
Tebaadan, eşit vatandaş bilincine varan insanların paylaşımcılığına gıpta
etmemek mümkün değil. “Yeni yıla girdik vekil maaşlarına zam yapmamız lazım. Ne
kadar yapalım? Siz ne dersiniz” diyen bakanına; ‘’öğretmen maaşını geçmesin’’ diyen bir liderden. ‘’Benim memurum işini bilir’’ diyen lidere nasıl gelindi? Kendi açımdan anlatayım.
Mesele köy enstitülerinin kapanmasına kadar gider. Cumhuriyetin
başlarındaki eğitim hamlesinin sekteye uğramasına kadar. Kalifiye insan
yetiştiren bu kurumların azalması, ama buna nazaran nüfusun artması, mesleği
olmayan yığınlara sebep oldu. “Yapmakla uğraşmayalım, müttefiklerimiz bize
verir”, politikalarıyla üretkenlik azaldı. “Al sat, yolunu bul”, “bir şey üreteyim emeğimle kazanayım”ın önüne
geçti. Köyler kasabalara, kasabalar kentlere göçtü. Büyük insan yığınlarına
hizmet götürmek ekonomik yükü arttırdı. Ülkenin ekonomisi dışa bağımlılığı
arttıkça daha da bozuldu. Serbest çalışanlar, özel sektördekiler becerileri
oranında bundan daha az etkilendi. Peki kamu çalışanları? Devletin
hizmetlileri? Onlar o kadar şanslı değillerdi maalesef. Devletin ekonomisi ile
paralel olarak onların da ekonomisi (yani kazancı) azaldı. Maaşlarının alım
gücü düştü. Toplumsal sınıf içinde tanımlandıkları orta sınıf seviyesinde
tutunamadılar. O kadar ki günümüzde dar gelirli seviyesinde sayılıyorlar. Şimdi
bunu örnekle anlatmaya çalışayım.
Devletin hazinesini emanet ettiğin memuruna 2
bin 5 yüz lira maaş verirsen; kirasını mı ödesin, çocuğunu mu okutsun, evine
ekmek mi götürsün, kılık kıyafet mi alsın, dolmuş parasını mı versin,
elektrik-su-telefon-vesaireyi mi ödesin. Bunlardan en az birkaçını yapamayacaktır.
Devlet memuruna başka bir işte çalışmayı kanunla yasaklamış. Sonra rüşvet alan memurlara operasyon yapılıyor.
Bence göstermelik, tepkiler arttığında toplumun gazını almak için mecburen
yapılıyor. Birkaç günah keçisi bulunup iş kapatılıyor. Almasın, alamasın kimse rüşvet tamam. Ama
çalışan, insanca yaşayacak ücret alabilmeli. Yukarıda milyonları, milyarları
götürenlere yol veriliyor. Okuyoruz, duyuyoruz, bazılarına şahit oluyoruz.
Aşağıda geçinebilecek ücret yok, lojman yok, ücretsiz eğitim, ulaşım, sağlık
yok. Ama Milletvekilleri daire amirlerinden en az sekiz kat fazla maaş
alıyorlar bu ülkede. Ben memur değilim ama memur çocuğuyum. Yakın tanığıyım
yıldan yıla nasıl bu günlere gelindiğinin. Babam ve annemin karı koca
çalıştıkları halde, tek çocukları olan beni ne zorluklarla okuttuklarını
biliyorum. Babamı kaybettikten on yıl sonra ve annemin emekli ikramiyesinin
üzerine kredi çekip bir on yıl daha ödeyerek ev sahibi olabildik. Rüşveti
aklamaya, suç olmaktan çıkarmaya mı çalışıyorsun diyenleriniz olabilir. Elbette
rüşvet ahlaksızlıktır, dinen yasaktır. Peki bir dönemin Başbakanı'nın ''benim
memurum işini bilir'' demesi nedir? Rüşvete elverişli bir sistem yerleşmiş ise
ona sesimiz neden çıkmaz da, rüşvet alana bütün suçu yüklemek kolaycılığına
kaçarız. Karısı ev hanımı olup da çocuğunu okutmakta zorlanan bir memura
kaçınız yardım etmiştir ya da yardım edildiğini duymuştur. Cami imamları günde
1.5 saat çalışıp 3.500 lira maaş alır ve lojmanda oturur, başka işler yapabilir.
Namaz çıkışı zorda olan bir memur için yardım toplandığını gördünüz mü camide?
Onlarca yıl maaşlarından kesilen memurların zorunlu tasarruflarının üzerine yatmadı
mı bu devlet. Yani demem o ki eleştirmek kolay. Zor olanı yapmak, çare üretmek
için çaba sarf etmek gerekiyor. Biz millet olarak sadece şikayet eder ama
değiştirmek için kılımızı kıpırdatmayız. İş o hale geldi ki hamudu ile
götürenler aklanıyor, evinin nafakasını denkleştirmek için bırakılanı alanlar
kamu haklarından mahrum bırakılıyor. Hapislere tıkılıyor. Ömür boyu sürünmeye
terk ediliyor. Hiçbir suçu olmayan aileleri de onlar ile birlikte maalesef. Azı
çoğu mu olur rüşvet rüşvettir mi diyorsunuz? Evet doğru! Zaten kastım az rüşvet
alan az, çok rüşvet alan da çok ceza alsın değil. Bu da caydırıcılığı olan bir
öneri belki. Benim vurgulamak istediğim ise gelinen durum. Yani aldığın rüşvet,
yaptığın yolsuzluk ne kadar büyükse; bu kanuna (sözde) aykırı, ahlaksız
eyleminin cezai sonuçlarından kurtulma ihtimalin o kadar artıyor. Bu en az
fiili gerçekleştirenin yaptığı ahlaksızlık kadar büyük bir ahlaksızlık. Ortamı
elverişli hale getirdiği, daha fazlasına, daha büyük meblağlara teşvik ettiği
için de daha büyük suç. Toplumda bu göz yummacı, görmezden gelmeci düzen ise
hiç yadırganmıyor. Benim en çok itirazım buna. İftiharımız atamız Devlet i
Osmani deki durumu yazının başında yazmıştım. Sonu yıkılmak oldu. Tarihe
karıştı. M. Akif Ersoy’un dediği gibi ‘’Tarih tekerrürden ibarettir, eğer
ibret alınsaydı tekerrür eder miydi’’ Ahlaklı ve erdemli yaşamanın vebali olmasın.
Yapanın yanına da kalmasın.
Tahir ÖZCAN