31 Temmuz 2011 Pazar

HerbiRenk: Anılara Yolculuk

HerbiRenk: Anılara Yolculuk: "Hayatımızdaki özel anlar, hatırlandığında hep özel kalıyor. İnsan bazen geri dönüp o anı yaşamak istese de, anılar, bazen yüzümüzde oluşan t..."

23 Temmuz 2011 Cumartesi

Stonhenge

Stonehenge çember halinde yerleştirilmiş, büyük taş bloklardan oluşan bir yapıttır. Ortalama 4.5 metre yüksekliğinde, her biri ortalama 25 ton ağırlığında yaklaşık 30 adet taş bloğun biraraya gelmesiyle oluşmuştur. İngiltere’de bulunan bu yapıt araştırmacıların çok ilgisini çekmektedir. Yapımı ve yapılış amacı hakkında pek çok teori ortaya atılmıştır. Burada üzerinde durulması gereken bu teorilerden hangilerinin doğruluk içerdiği değildir. Önemli olan bu yapıtın, evrim teorisinin insanlık tarihini açıklamak için öne sürdüğü iddiaları geçersiz kılan örneklerden biri olmasıdır.

Yapılan araştırmalar Stonehenge’in üç inşaat aşamasında meydana geldiğini ortaya koymaktadır. Birçok kaynağa göre, Stonehenge’in en eski dönemi MÖ 2800 yılına dayanmaktadır. Yani Stonehenge’in tarihi bundan yaklaşık 5000 yıl öncesine kadar uzanmaktadır. Tarihi kaynaklar, ilk inşaat sırasında arazide dev taşlardan küçük bir çember yapıldığını ve bu çemberin dışına da bir topuk taşı yerleştirildiğini ortaya koymaktadır. Daha sonra, yine dev taşlarla ikinci bir çember oluşturulmuş, bundan sonra da çemberlerin iç kısmına “mavi taş” denilen taş bloklar yerleştirilmiştir.

Bu yapının en dikkat çekici yönlerinden biri, burada kullanılan mavi taşlardır. Çünkü Stonehenge’in yakınında herhangi bir mavi taş kaynağı yoktur. Yapılan araştırmalar, bu taşların Prescelly dağlarından, yapıtın olduğu yere getirildiğini ortaya koymuştur. Burada ise karşımıza yine olağanüstü bir durum çıkmaktadır. Çünkü, söz konusu mavi taş kaynağı, Stonehenge’den yaklaşık 380 km (kara yoluyla) uzaklıktadır. ilkel koşullarda yaşayan, ellerindeki tek malzeme ağaçtan kaldıraçlar, kütükten yapılmış sallar ve taş baltalar olan insanlar olsaydı, tonlarca ağırlığındaki bu taşlar Stonehenge’in olduğu bölgeye nasıl getirilmiş olacaktı? İşte bu cevaplanması mümkün olmayan bir sorudur.

Stonehenge ahşap bir binanın temel taşları olarak yapılmış olabilir. Bunun üstüne kurulacak ahşap bir bina rüzgardan ve fırtınadan etkilenmez. Muhtemelen binanın sadece temelleri kalmış olabilir. Nasıl ve ne şekilde yapılmış olduğu halen tartışılmakta olan Stonehenge’in bilim adamlarınca ortaya çıkarılan bir diğer önemli özelliği de, astronomiyle olan bağlantısıdır. Elde edilen bulgular, bu yapıtı inşa edenlerin mühendislik bilgilerinin yanı sıra, astronomi bilgilerinin de gelişmiş olduğunu göstermektedir.



Bir grup araştırmacı, o dönemin koşullarını canlandırarak mavi taşları Stonehenge’e kadar taşımaya çalışmışlardır. Bunun için ağaçtan kaldıraçlar kullanmışlar, üç sandalı birbirine bağlayarak benzer büyüklükteki taşların sığabileceği bir sal meydana getirmişler, ağaçtan sırıkları kullanarak salı nehir yukarı taşımaya çalışmışlar, daha sonra da kabaca hazırlanmış tekerlekler üzerinde taşları tepeye doğru çıkarmaya uğraşmışlardır. Ancak tüm bu uğraşıları sonuçsuz kalmıştır. Bu, mavi taşların Stonehenge’in olduğu yere nasıl taşındığını anlayabilmek için yapılan denemelerden sadece biridir. Daha pek çok deneme yapılmış ve dönemin insanlarının nasıl bir nakliye imkanı kullandığı anlaşılmaya çalışılmıştır. Ancak evrimci ön yargıların ışığında yapılan bu araştırmalar neticeye ulaşmaktan hep uzak kalmışlardır. Çünkü tüm bu denemeler, Stonehenge’in yapıldığı dönemde yaşayanların sadece taş ve ağaç gibi kaba malzemeler kullandıkları ve geri bir medeniyete sahip oldukları yanılgısı ışığında yapılmaktadır.

Burada üzerinde durulması gereken bir husus daha vardır. Söz konusu denemeler yapılırken gemi tersanelerinde yapılan çeşitli modellerden yararlanılmakta, gelişmiş fabrikalarda üretilen halatlar kullanılmakta, detaylı hesaplar ve planlamalar yapılmaktadır. Yani günümüz teknolojisinin imkanlarından faydalanılmaktadır. Buna rağmen sonuç elde edilememektedir. Bundan yaklaşık 5000 yıl önce yaşayan insanlar ise, tonlarca ağırlığındaki bu taşları taşımışlar, coğrafi konumlarını hesaplayarak bir çember haline getirmişlerdir. Tüm bunları taş baltalar, kütükten yapılmış sallar, ağaçtan inşa edilmiş kaldıraçlarla yapmadıkları açıktır. Stonehenge ve diğer pek çok megalit, belki de bizim dahi tahmin edemeyeceğimiz bir teknoloji kullanılarak inşa edilmiştir.

İktidarın Meşruluğu


Büyük İskender, yakalanan bir korsana niçin denizi kötü niyetle kullandığını sorunca, korsan ona şu cevabı vermiştir:

“Ya sen niçin bütün dünyayı eline geçiriyorsun? Ben bu işi küçük bir gemiyle yaptığım için bana haydut deniyor, sen aynı işi büyük bir filoyla yapınca imparator diye anılıyorsun”

(Aziz Augustinus, De Civitae Dei, Kitap IV, Bölüm 4).

Neden organize bir egemene (kaba kuvvete başvursa dahi) devlet deriz de, onun hiyerarşisi dışındaki tüm erklere haydut deriz?

yorumsuz

‎"DEVE SÜRREALİST BİR ATTIR!"

Yani?

"AT REALİST BİR DEVEDİR!"

Dünyanın en kısa mektubu?


Victor Hugo, Sefiller i yazdıktan sonra, yayınevine bir mektup yolladı..mektubu sadece "?" nden ibaretti..
Yayın evi de o mektubu hemen cevapladı,, o mektupta da sadece "!" vardı...

ister inan ister inanma

- Bayan Carson, Amerika'nın New York Kenti'nde yaşıyordu. Bir gün eğlenmek için cenaze işleri yapan bir şirketle anlaştı. Şirket eve telefon etti ve bayan Carson'un kalp krizi geçirip öldüğünü söyledi. Aile hemen koştu. Bu sırada tabutun içinde yatan bayan Carson, birden doğruluverdi. Ama kızı o anda kalp krizi geçirip öldü.

- Romollo Ribaldo, işsizdi. Pisa Kenti'nde oturan 42 yaşındaki bu İtalyan, bir gün tabanca ile intihar etmeye hazırlandı. Eşi onu engellemek için dil döktü. Sonunda Romolo, ağlamaya başladı ve intihardan vazgeçip silahını yere fırlattı. Ateş alan tabancadan çıkan mermi eşine isabet etti ve eşi öldü.

- Sibirya'nın köylerinden birinde cenaze mezarlığa götürülüyormuş. Mısır tarlasının ortasında, tabut köylülerin ellerinden düşüvermiş. Tabutun içindeki ceset düşüp dereye yuvarlanmış. Akıntı, cesedi dinamitle avlanan balıkçıların yanına sürüklemiş. Balıkçılar "Acaba adamı dinamitle biz mi öldürdük?" diye endişeye kapılarak, cesedi askeri kışlanın tellerine bırakmışlar. Nöbetçi er, bölgeye birinin yaklaştığını düşünerek cesedi yaylım ateşine tutmuş. Hemen ambulans çağrılmış. Delik deşik olan ceset, hastaneye kaldırılmış. Operasyon 6 saat sürmüş. Ameliyattan çıkan doktor, alnından akan terleri silmiş ve "Çok zor oldu ama galiba yaşayacak" demiş

Galileo Galilei - (1564 - 1642)


Galileo Galilei, (1564 - 1642), modern fiziğin ve teleskobik astronominin kurucularından olan İtalyan bilim adamı.

1564'te İtalya'nın Pisa şehrinde doğdu. Dönemi­nin tanınmış müzikçilerinden Vincenzo Galile­i'nin oğlu olan Galilei, ilk tahsilini Floransa'da yaptı. 1581'de Pisa Üniversitesinde tıp tahsiline başladı, ancak parasızlıktan okulu terk etti. 1583'ten itibaren matematiğe ilgi duyan Galilei, bu konudaki çalışmaları sayesinde 1589'da Pisa'da profesörlük elde etti.

Sarkacın, yüzen cisimlerin ve hareketin Aristo fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galilei, Pisa Kulesinden ağırlık düşürerek Aristo'nun yanlışlığını açıkça gösterdi. Bu davranışı yaşlı profe­sörlerle anlaşmazlığa düşmesine sebep oldu. 1592'de Pisa'yı terk ederek, Padova Üniversitesi matematik kürsüsüne geldi.

1597'de pratikte çok faydası olan pusulayı ticari olarak piyasaya arz etti. 1600 senesinden hemen sonra ilkel bir termometre, insan kalp atışının ölçümünde kullanılmak üzere bir sarkaç ve 1604'te serbest düşüşün matematik kanunlarını keşfetti. Ancak düzgün ivmeli hareket kavramı hatalıydı. 1609'da Hollanda'da teleskopun bulunduğunu işitti. Kendisi daha ileri bir alet yaparak bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. 1610' da aydaki dağlar, yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk tespitlerini yayınladı. Bu arada Jupiter'in dört uydusunun varlığını bildirdi. Bu kitabı çok ilgi uyandırdı ve Floransa'da saray matematikçisi olmasını sağladı. Hemen sonra Venüs gezegeninin devreleri ve Satürn’ün şekli hakkında bilgi verirken, astronomideki Ptolemy (Batlamyus) sistemini tartıştı.

1611'de Roma'ya gitti ve oradaki Bilim Akademisi'ne üye seçildi. Floransa'ya dönüşünde hidrostatik üzerine pek çok profesörün itirazına sebep olan kitabı ile 1613'te güneş lekeleri üzerine yazdığı eserini yayınladı. Bu eserinde Kopernik sistemini açık bir şekilde müdafaa etti. Bundan dolayı papazların ağır hücumuna uğradı. 1615'te bizzat Roma'ya giderek iddiasını müdafaa eti. Ancak 1616'da Papa Beşinci Paul tarafından kitaplarını tetkik için bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Galileo'nun kitaplarını yasaklamadı. Sadece dünyanın döndüğü iddiasından vazgeçmesini istedi.

Galilei, bir müddet bilimin pratik yönüne döndü, mikroskobu geliştirdi. Ancak 1618'de üç kuyruklu yıldızın görülmesiyle kiliseyle münakaşaya girdi. Arkadaşının Sekizinci Urban olarak Papa seçilmesinden cesaret alarak yazdığı "İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı. Ancak kitabı daha önce yapılan uyarılarla çeliştiği söylentilerine rağmen Roma’da mahkemeye çağrıldı. 1633'te bu kitap yasaklandı ve kendisi müebbet hapse mahkum edildi.

Yetmiş yaşında hapsedilen Galilei'nin gözleri kör oldu ve 1642 yılında hapiste öldü.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

GÜNDÜZ KÖPEĞİ

Pencerenin aralığından sızıyor,
Kış rüzgarının heyecan veren kokusu,
Açıp pencereyi çarptırayım göğsüme,
Sabah aksın yürüsün neşesi,
Üşüyen tenimden dikilen tüylerime,
Sündürme ver çoraplarımı gündüz köpeği,
Parkta turlayalım kahvaltıdan önce seninle.

                                            Tahir ÖZCAN

AŞK

                     

Emekli  bir kadının para cüzdanı gibi sevme beni
Tutumlu hesaplı
Baş aşağı bırak kendini
Küçük adam öpsün seni

                                                 Halil GÜMÜŞ

13 ŞEHİT EVLADIMIZIN ANISINA

Bir Oğlum Olacak Adı Temmuz

bir oğlum olacak adı temmuz
uykusuz
korkusuz
beter mi beter
ben beynimi satarak yaşıyorum
o benden proleter


bir oğlum olacak adı temmuz
karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
bende bitmeyen kavga
onda yeniden başlayacak


bir oğlum olacak adı temmuz
öfkede benden fırtına
sevgide deniz
ne samanyollarının ulu kervanları susuzluğumun
ne kutupşafaklarında tanrılaşması ilkelliğimin
temmuz gibi sıcak ve bereketli
temmuz gibi uçsuzbucaksız


bir oğlum olacak adı temmuz
dilinde en güzel sesi türkçemin
kulağı en yiğit şarkılarla delik
korkak bir merakla değil yıldızlı karanlığı
vivaldi'yi dinler gibi okuyup anlayacak
ve belki de sütdişleri sürerken balaban bir bursa şaftalisine
ay'dan kendi sesini dinleyecek
vahşi bir çiçek gibi açılmış gözleriyle


ben ki yalınayak bastım kızgın dişlerine açlığın
iri bir çizme gibi balkanlar'a basarken faşizm
dağlarda silah atmayı sevdim
ben ki silah taşıdım gizli gizli
dünyanın bütün devrimlerine
boşuna dönmüyor bu rotatifler
boşuna bağırmıyor bu kara
boşuna dinlemiyor bu korku kapımızı
anamın aksütü gibi biliyorum ki
doyumsuz günlere doğacak temmuz
doyumsuz günler görecek
hani şu hep andıkça sızlatan yüreğimizi
hani şu hep dalıp dalıp gittiğimiz andıkça
beklediğimiz beklediğimiz beklediğimiz
ve tam görecekken göçüp gittiğimiz günler gibi günler
ama mutlaka


karataşın göbeğinde aşk
karataşın göbeğinde barış
karataş çatladı çatlayacak
ben direndim yorulmadım
o yorulup yıkılmayacak

Hasan Hüseyin Korkmazgil

AHMET ARİF

HASRETİNDEN PRANGALAR ESKİTTİM

Seni anlatabilmek seni.
İyi çocuklara, kahramanlara.
Seni anlatabilmek seni,
Namussuza, halden bilmeze,
Kahpe yalana.
Ard- arda kaç zemheri,
Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu
Dışarda gürül- gürül akan bir dünya...
Bir ben uyumadım,
Kaç leylim bahar,
Hasretinden prangalar eskittim.
Saçlarına kan gülleri takayım,
Bir o yana
Bir bu yana...
Seni bağırabilsem seni,
Dipsiz kuyulara.
Akan yıldıza.
Bir kibrit çöpüne varana.
Okyanusun en ıssız dalgasına
Düşmüş bir kibrit çöpüne.
Yitirmiş tılsımını ilk sevmelerin,
Yitirmiş öpücükleri,
Payı yok, apansız inen akşamdan,
Bir kadeh, bir cigara, dalıp gidene,
Seni anlatabilsem seni...
Yokluğun, Cehennemin öbür adıdır
Üşüyorum, kapama gözlerini...

Bob Marley ( 06.2.1945 ) - ( 11.5.1981 )


Asıl adı Robert Nesta Marley olan unutulmaz sanatçı, 6 Şubat 1945 tarihinde dünyaya gelmiştir.5 yaşındayken, annesi Kingston'a taşınmaya karar vermiş ve orada Bob ve ailesi, yaşamı boyunca Bob'un en iyi arkadaşlarından biri olan Bunny Livingston ve ailesi ile birlikte yaşamışlar. Bob ve Bunny, o yıllardan beri müzik ile uğraşmışlar.

Bob Marley, reggae müziğinin sadece Jamaika sınırlarında kalmamasını sağlayıp, onu bütün dünyaya duyuran en önemli isimlerden biridir. Büyük bir kesim tarafından bu tür müziğin kralı olarak ifade edilen Bob Marley, söz yazarı, şarkıcı ve gitaristtir. Profesyonel anlamda müziğe The Wailers grubu ile başlamıştır. The Wailers, Peter Tosh ve Bunny Livingston'dan oluşuyordu ki, bu isimlerde daha sonradan Bob Marley gibi solo kariyer çalışmalarına devam ettiler. İlk hitleri "Simmer Down" olmuştu.

Bob, The Wailers'dan ayrıldıktan sonra, üç kadın reggae sanatçısının oluşturduğu The I-Threes adlı gruba müzikal alanda yardım etti. Topluluğun elemanlarından Juddy Mowatt, tecrübeli sanatçı için şu ifadeyi kullanmıştı; "Bob Marley’in şarkı sözü ve müzik altyapısı öylesine gelişmiş ki, kendisi bir müzik ansiklopedisi gibi"

Bu ünlü Jameikalı söz yazarı, sadece kendisi ile değil bu grubu ile de, "ada müziğinin" evrensel bir boyut kazanmasını sağladı. Şarkılarında politik ancak basit bir içerik vardı.

"Catch A Fire"ı 1972 yılında yayımladı. Bu çalışmayı; 1973 çıkışlı "Burnin’", 1975'te kaydedilen "Natty Death" ve 1975 tarihli "Live" albümleri izledi. İngiltere, Almanya gibi önemli Avrupa ülkelerinde de hatrı sayılır bir dinleyici kitlesine sahip oldu. Bu sayede Avrupa'da özellikle o yıllar için büyük önem taşıyan konserler verdi.

En popüler şarkılarından biri olan "Get Up, Stand Up", sosyal karmaşayı konu edinir. "No Women, No Cry" gibi politik olmayan içerikte parçaları da vardır.

Birleşmiş Milletler "Barış Madalyası", 1978'de Afrika insanına yapılan insancıl yardımlara şarkılarıyla destek olduğu için, Bob Marley'e verilmiştir. Ve bu ödülü aldığı sene insancıl yardım amacıyla Jamaika'da konsere çıkmıştır. Müzisyenliğiyle uluslararası alanda kabul gören Marley, insani yönüyle de büyük takdir kazanmıştır.

Yaptığı "I Shot The Sheriff" ve "Get Up, Stand Up" gibi şarkılar ünlü sanatçı Eric Clapton tarafından yıllar sonra yeniden düzenlenmiştir.

Ve Bob Marley, 11 Mayıs 1981 tarihinde hayata gözlerini yumdu. Belki bedeni değil ama unutulmaz eserleri, büyük manevi değer taşıyan yardım çalışmaları ve dimdik ayakta duran adıyla dünya müziğinin en önemli efsanelerinden biridir.

Bir kaç söz ;

-Sevgilin olabilecek birçok insan olabilir; ama unutma ki, Sevdiğin olabilecek insan bir tanedir.

-Aslında kadın su gibi bulunduğu kaba uyar. Kadınlardan şikayetçi olan erkekler, hatayı kendilerinde aramalıdırlar..

-Gerçek şu ki, herkes seni incitecek. Yapman gereken tek şey, acı çekmeye değer birini bulmak …

-Kurtarın kendinizi zihinsel kölelikten kendimizden başka kimse özgür kılamaz aklımzı korkmayın atom enerjisinden falan hiçbir şey durduramaz zamanı çünkü..

-Hayatımda kimse yok; ama sorun değil. Çünkü sen aşkı basitleştirenlerden birisin, bense yalnızlığın hakkını verenlerden..

-Artık hep hayal ettiğimiz yeni bir başlangıcı değil; Hiç düşünmediğimiz mutlu bir sonu istemeliyiz...

-Herşey yolunda gitmiyor bazen, ne yaparsan yap olmuyor yinede ! En zoru da; bunlara rağmen gülümsemek zorunda kalmak işte

-Gördüğünü herkes sever, Sen onda kimsenin görmediğini bulacaksın. Eğer gerçek aşk istiyorsan; ten’e değil, kalbe dokunacaksın...

-Düşmanından çok dostundan sakın ! Çünkü dostluk biterse; Sana nasıl zarar verebileceğini en iyi dostun bilir sadece

Elizabeth Báthory(Kanlı Kontes) (07.08.1560 - 21.08.1614)


Elizabeth Bathory (1560 yılında Macaristan'da, Vlad (Dracula) öldükten 100 sene sonra doğdu. Ailesi yaşadıkları yerin en köklü, saygın ve zengin topluluğuydu. Ama buna rağmen, çok tuhaf yönleri vardı. Elizabeth Bathory'nin amcalarnıdan biri "Şeytanın elçisi" olarak bilinirken, diğer aile üyeleri ya aklını kaçırmış, ya da psikopatlardı.

Elizabeth Bathory 15 yaşına geldiğinde 25 yaşındaki Kont Ferencz Nadasdy ile evlenerek Csejthe kalesine yerleşti. Kont Ferencz Nadasdy çok cesur ve başarılı bir savaşçıydı, çoğunluğu Türk'lere karşı olan savaşlardaki cesaretinden dolayı "Macaristan'ın Kara Kahramanı" unvanını aldı.

25 yıllık evlilikleri boyunca Kont Ferencz Nadasdy'in savaşlara olan tutkusu bitmediğinden dolayı Elizabeth sürekli yalnız başına kalıyor, hayatı iyice sıkıcı hale geliyordu. Aynada kendi güzelliğini saatlerce seyretmekten başka eğlence için kendine genç sevgililer buldu, hatta biriyle kaçmaya bile kalkıştı. Daha sonra kendi ayaklarıyla döndü ve kocası onu affetti. Bu olaydan sonra Elizabeth tabi ki boş durmadı ve biseksüel olan teyzesi Klara Bathory ile görüşmeye başladı.

Büyük şatosunda Dorothea Szentes, bir diğer adıyla Dorka isimli yaşlı bir hizmetçi vardı. Gerçekten cadı olan Dorka, Elizabeth'e kara büyü ve cadılığı öğretti, şeytani eğilimşeri için onu zorladı. Bununla beraber alttaki mahzende Elizabeth hizmetçilerinin yaptıkları küçük hatalardan dolayı cezalandırmaya başladı. Yaşlı hemşiresi Iloona Joo, hizmetçisi Johannes Ujvary ve genç bir kız olan Anna Darvula'nın da yardımıyla işkencelerini sürdürdü.

Kurbanlarını çırılçıplak soydurup ön tarafını kamçılatıyordu. Arka taraftan daha çok acı vermesinin yanı sıra, hoşuna giden şey kurbanın o sırada acı çeken yüzünü seyretmesiydi. Bir başka şeyse, kurbanlarına en çok hassas yerlerine, tırnak altları gibi , iğne batırmayı sevmesiydi.


1600 yılında kocasının ölümüyle beraber Elizabeth terör estirmeye başladı. İlk olarak nefret ettiği koca tarafından akrabalarını göndertti. Farkettiği korkunç gerçek ise, Elizabeth artık 40 yaşına gelmişti ve artık güzelliğini kaybetmekle karşı karşıyaydı. Kozmetik ürünleri gözlerinin altındaki halkaları örtmeye bir derece yetiyordu.

Ve birgün genç bir hizmetçi kız Elizabeth'in saçını tararken yanlışlıkla çekti. O kızgınlıkla Kontes hizmetçi kızın yüzünü o kadar hızlı tokatladı ki, burnundan fışkıran kan kendi ellerine bulaştı. Farketti ki, elleri 10 sene öncesine dönmüşçesine gencecik ve yumuşaktı. Hemen Johannes Ujvary ve Dorka'ya kızı soymalarını söyledi. Zavallı hizmetçiyi kollarından tutarak damarlarını kestiler. Kanlarını küvete koydular ve kontes içine girerek banyo yaptı. Emindi artık; güzelliğin sırrını bulmuştu, kan yaşam demekti.


Bundan sonraki 10 yıl boyunca Elizabeth'in sadıkyardımcıları ona şatonun hizmetçisi olacakları vaadiyle bir sürü genç kız getirdiler. Şatoya getirilen kızlar sakatbırakılıp öldürülüyor bu sayede Elizabeth kanbanyosunu yapabiliyordu. Bazen, genç kurbanların içgüzelliklerini kazanmak için kanlarını bile içiyordu. Amafark etti ki, basit köylü kızlarının kanının güzelliğinde etkisi kısa sürüyordu. Bunun üzerine kendi gibi asil, kraliyet kızlarını seçmeye başladı.

Sorunsa Elizabeth'in artık çok umursamaz ve dikkatsiz davranışlarıydı. Onlarca genç kızın kayıp olması üzerine kasabalı dedikodulara başlamıştı bile. Sonunda Cstejthe şatosu hakkındaki kötü söylentiler Macaristan kralına kadar ulaştı. Kral Elizabeth'in öz kuzeni Kont Cuyorgy Thurzo'yu şatoya sefer düzenlemesi için görevlendirdi.

1600 yılında Csejthe şatosuna giren askerler dehşete düştüler. Kanı son damlasına kadar akmış ölü bir kız şatonun girişinde yatıyor, başka biriyse her yerine halkalar geçirilmiş olarak canlı duruyordu. Şatonun altındaki zindanda bazıları işkence edilmiş kızlar bekletiliyordu. Burda 50 kızın cesetini buldular.

1611 yılında mahkemesi yapıldı ve 650 kadar kurban ceseti şatoda bulundu. Elizabeth'in dört yardımcısı ölüme mahkum edildi. Kendisi ise kraliyet üyelerinden olduğu için hayatının sonuna kadar hapis cezasına çarptırıldı.

Kendi kalesinin üst katını betonlarla çevirip yemek vermek için küçük bir boşluk bıraktılar. Elizabeth hayatının geri kalan kısmını bu küçük yerde geçirmek zorundaydı. 1614 yılında, hapisanesindeki 4. senesinde Elizabeth'in yemeğinin hiç dokunulmamış olduğun gördüler. İçeri baktıklarında cansız bedeni ile karşılaştılar.Kanlı kontes öldüğünde 54 yaşındaydı..

“Demokrasi“



Yönetilen insanlar tüm branşlarda doğrudan veya dolaylı olarak yönetime katıldıkları zaman bu yönetim demokratiktir ve eğer üç güce (yasama, yürütme ve yargı) yayılan katılımları sadece fiziksel olarak doğrudan olamayacakları zaman dolaylı olurlarsa bu yönetim tam demokratiktir. Kadınları dışarıda tutmamak için tüm insanlar diyorum; ve aslında, pratikte zorunlu hale gelen savaş olgularının dışında, kadınları dışta tutmaya yolaçacak hiçbir ilke olamaz. Ne olursa olsun katılım istisnaları, yurttaşların yönetiminin ancak dolaylı olması ve bunun sonucu genelde fiziksel bir olanaksızlığın bahane edildiği birçok durumda etkisiz hale getirilmesi olgusu, başkasının ve kendisinin yönetimi için çağrıldıkları sürece bazı insan kitlelerinin yetersizliği, alçaklığı gibi olguların üreteci olan ahlaksal olgu, demokrasinin tam ve içten gerçekleşmesine her zaman engel olmaktadırlar. Çok sayıda kabileye ve yerel örgütlere bölünmüş veya çok sınırlı bazı eski toplumlar, büyük bir oranda dinsel olan geleneklerin hükümranlığı ve hemen hemen kendiliğinden olan yönetimlerle demokrasiye yaklaşmışlardır ki diğer toplumlar bunları sistematik düzenlemeler ve kesin yasalarla gerçekleştirememişlerdir.

Bununla birlikte yalnızca ikinci tür toplumlar akılcı biçimde amacı görmüşlerdir; ama amaç bir ideal olarak kalmış ve aslında aklın ve ahlakın egemenliği ile karıştırılmıştır. Tarihsel olarak demokrasi, belirli bir toplumda çoğunluğun tutkularını, azınlığın tutkularının üstüne çıkarmak için belirli dönemlerdeki bir seri çabadan başka birşey değildir; bu da çoğu zaman aristokrasiye ve monarşiye özgü yönetim araçlarının kullanımı veya tehdidi ile olur. Demagoglar, hatipler, diktatörler, yargıçlar, despotlar, bazı konseyler veya kurullarda tutkunun demokrasilerde, amaçlarını, yönetme hakkından az veya çok vazgeçerek egemen kılmak için devreye soktuğu araçlardır. Böyle bir durumda araç kolaylıkla işçinin karşısına çıkmaktadır; ama ne olursa olsun, ayaklanan kitleleri canlandıran tutku kör de olsa, genelde tekel yönetimlerin ortak itkisinden daha haklıdır. Bencillik doğal olarak küçük sayıya göre büyük sayıda daha az kötüdür, çünkü tasarımlanan araçlar haksız ve korkunç olabilseler de, ilkede ortak oldukları için amaçlar itiraf edilebilirler.

|Charles Renouiver|

- Ziya Paşa -


Her gördüğün ata sakın deme binektir.
Sırrını verme dostuna, bazıları gevşektir.
Eşeğe altın semerde vursan; eşek yine eşektir!

12 Temmuz 2011 Salı

GELECEĞİN SUÇLULARINI YETİŞTİRMEK İÇİN BUNLARI YAPIN..!


‎- Daha küçükken çocuğa istediği her şeyi vermeye başlayın! Bu şekilde o,
herkesin onun geçimini sağlamak zorunda olduğuna inanacaktır.

- Kötü sözler söylediği zaman gülün! Böylece o kendisinin akilli olduğuna
inanacaktır.
...
- Ona düşünmeyi ve beynini kullanmayı hiç öğretmeyin! 21 yaşına gelince
kendi kararlarını, kendisi versin diye bekleyin!

- Yerde bıraktığı her şeyi kaldırın; kitaplarını, ayakkabılarını,
kıyafetlerini, onun için her şeyi siz yapın ki; o bütün sorumluluklarını
başkalarına yüklemeye alışsın!

- Komşulara, öğretmenlere, polislere karşı daima onun tarafını tutun ki,
onların hepsine karşı peşin hükümleri oluşsun.

- Onun gözünün önünde sık sık kavga edin ki; bu sayede aile bir gün
parçalanırsa çok fazla üzülmesin.

- Ona istediği kadar harçlık verin ki; hiçbir zaman kendi parasını
kazanmanın ne olduğunu öğrenmesin.

- Yiyecek, giyecek ve konforla ilgili bütün arzularını yerine getirin
ki; istediklerine ulaşmak için çalışmak gerektiğini öğrenmesin.

- Bütün bunları ve benzerlerini yaparak yetiştirdiğiniz çocuğunuz bir
gün suç islerse, kendisinden özür dileyin! Ama onu felaket dolu bir hayata
hazırladığınız için kendinize teşekkür etmeyi ihmal etmeyin!!

" Dede Korkut "

Beni dinleyin bey erenler
Dünya benim diyenler
Ecel aldı yer gizledi
Fani dünya kime kaldı
Gelimli gidimli dünya
Sonucu ölümlü dünya

Dede Korkutun 570-632 yılları arasında, Hz. Muhammed (S.A.V) zamanında yaşadığı rivayet edilmiştir. Oğuzların Kayı veya Bayat boylarından geldiği, hem geçmişten ve hem de gelecekten haber veren, "kerem sahibi bir evliya" olduğu rivayet edilmektedir. "Ozanların Piri" veya "Ozanların Başı" olarak da bilinen Dede Korkutun, Peygamberimizin hayır duasını aldığı ve Oğuzlara İslâm dinini öğrettiği de bu rivayetlerle günümüze kadar ulaşmıştır.

Dede Korkut, tüm Türk kavimlerinin atasıdır ve dâhisidir. Türk destanlarında ve halk hikâyelerinde, Dede Korkut adına ve onun mucizevî sözlerine rastlamak her zaman mümkündür. Türk hükümdarlarının akıl hocası ve veziri olduğu bilinen Dede Korkut, bütün Türklüğün yegâne temsilcilerinden ve bugün de yaşatılmaya çalışılan atalarındandır.

Destan özellikli pek çok halk kahramanının mücadeleleri anlatılan Dede Korkut hikâyelerinde; güzel ve hikmetli sözler, Türklerin tarihine ait rivayetler, han ve beyler hakkında methiyeler, Türk töresine ait pek çok konular işlenerek, iyilere övgü kötülere eleştiri vardır.

"Dede Korkut Kitabında (Dede Korkut ala Lisan-i Taife-i Oğuz han Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı) 12 destan özellikli hikâye yer alır ve bu kitap, İslâm öncesi ve sonrasında Türklerin yaşayışını, dilini, tarihini, edebiyatını ve kültürünü içerir. Akıcı ve halkın kullandığı Türkçe ile yazılmış olan bu kitap; gerçek bir şaheserdir. Kitapta, "Dede" ve "Ata" olarak geçen ve "Korkut Ata" olarak da bilinen Dede Korkut, Türkmen, Kazak, Özbek ve Kara kalpak boyları arasında bu adlarla bilinmektedir. Türk dünyasının bilge atası olan Dede Korkut ve onun hikâyelerinde; Türk toplumunun savaşları ve barışları ile birlikte, aile ve eğitim yapısıyla üstün ahlâk ve karakter sağlamlığına dikkati çeker. Türk milletiyle özdeşleşmiş olan doğruluk, sözünde durmak, mukaddes değerler uğruna ölmek gibi çeşitli karekterler, hikâyelerin ana temasıdır. Dede Korkut hikâyelerindeki tüm kahramanların aile, cemaat ve insan sevgisini ön planda tutması, millet olarak ahlâk ve yaşam anlayışımızı göstermesi bakımından önemlidir. Kahramanların çoğu gençtir ve mutlaka bir yiğitlik gösterdikten sonra ad verilir. Pek çoğumuz biliriz, Dirse Han oğlu bir boğayı öldürünce Dede Korkut o gencin adını "Boğaç" koyar ve onu şan, şeref, mal ve rütbe ile ödüllendirir. Dikkat edilirse, hikâyelerde, gençliğe son derece önem verilmekte, onların, ailesine, milletine ve devletine bağlı, cesur ve çalışkan olmalarına işaret edilmektedir. Savaş, av, toy vb. eğlencelere Hz. Peygambere salavat getirilerek başlanması da Türk Kavimleri'nin dinî yönden şuurlu olduğunu ve devlet millet birliğinin sağlam temellere dayandığını göstermektedir.

Dede Korkut hikâyelerinde özellikle göçebe Oğuz Türkleri'nin tabiat şartlarına karşı dirençleri, düşmanlarına karşı sürekli üstünlüğü ve birlik şuurundan doğan kuvvetlilikleri dikkati çeker. Korkut Ata olarak saygı gören Dede Korkutun hikâyeleri yaşlı ve bilginlere büyük değer verildiğini de göstermesi açısından, son derece önemlidir. Allah, doğum, din ve ölüm düşüncesi, hayatin her anında kendisini gösterir. Bugün Dede Korkut ve onun hikâyelerinden ve destanlarımızdan alacağımız önemli dersler vardır. Fertler arasında saygı, sevgi, karşılıklı hoşgörü ve mertlik bunların başında gelmektedir. Dede Korkut aslında büyük bir vatanseverdir ve milletinin sonsuza dek güçlü ve mutlu yaşamasını gerçekleştirme mücadelesi içindedir. Hikâyelerindeki örnek şahsiyetler olan Bayındır Han, Kazan Han, Bamsı Beyrek, Boğaç Han, Selcen Hatun, Seğrek ve diğerleri toplumda olması gereken ideal insan karakterlerini temsil ederler. Bu insanlar, milleti ve vatanı için ölümü göze alan ve tüm zorlukların üstesinden gelebilen kahramanlardır.

Dede Korkut, bütün Türk kavimlerinin fert fert kahraman olmasını arzu etmiş olmalı ki, hikâyelerinde zayıflığa, çaresizliğe ve ümitsizliğe yer vermemiştir. Rivayetlere göre Onun ölümü bile evliyalığını, bilge kişiliğini göstermektedir: Çeşitli Türk boylarının kanaatine göre o, rüyasında mezarının hazırlandığını görmüş ve gittiği her yerde öleceği ona rüyasında bildirilmiştir. Seyhun Irmağı'nın Aral Gölü'ne döküldüğü yerin yakınlarında, ırmağın üzerine hırkasını sererek orada ruhunu Allah'a teslim etmiştir. Bugün pek çok yerde onun mezarının olduğu söylenmektedir. Tıpkı Yunus Emre ve Karaca oğlan gibi milletimiz, onun mezarına da sahip çıkarak kahramanlarını kendi içinde görmek istemektedir.

Türk ve dünya edebiyatının şaheserleri arasına giren ve çeşitli tarihî filmlere de konu olan Dede Korkut Hikâyeleri, insani ve yaşadığı dünyayı tüm özellikleriyle ele almıştır.

Dede Korkutun yaygınlıkla bilinen hikâyeleri şunlardır:

-Dirse Han Oğlu Boğaç Han
-Salur Kazanın Evinin Yağmalanması
-Kam Büre Beg Oğlu Bamsi Beyrek
-Kazan Beg Oğlu Uraz Beg'in Tutsak Olması
-Duha Koca Oğlu Deli Dumrul
-Kanlı Koca Oğlu Kan Turali
-Kadılık Koca Oğlu Yegenek
-Basatın Tepegöz'ü Öldürmesi
-Begel Oğlu Emren
-Usun Koca Oğlu Seğrek
-Salur Kazanın Tutsak Olması
-Dış Oğuz'un iç Oguz'a İsyanı

Dede Korkutun hayatı ve onun hikâyeleri, geçmişten geleceğe uzanan mücadelede varlığımızın, birliğimizin ve dirliğimizin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymakta, kahramanlık ruhumuzu coşkun bir üslupla dile getirmekte ve geleceğe ümit ve sevgiyle bakmamızı sağlamaktadır.

dilimiz.com

Aşık Veysel Şatıroğlu - (1894 - 1973)

‎"Dost dost diye nicesine sarıldım
Benim sadık yarim kara topraktır.
Beyhude dolandım boşa yoruldum
Benim sadık yarim kara topraktır.."


Veysel Şatıroğlu, 1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında bir çiftçidir. Veysel’in doğduğu sıralar, çiçek hastalığı Sivas yöresinde etkisini çok şiddetli gösteriyordu. Çiçek yüzünden Veysel’den önce, iki kız kardeşi yaşamlarını yitirmişti.

1901’de yedi yaşına girdiği sıralarda Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaştı ve o da yakalandı bu hastalığa. Sağ gözünün görme şansı vardı ve ışığı seçebiliyordu bu gözüyle o sıralar. Ne var ki, yakasını bırakmayan olumsuzluklar Veysel’in diğer gözünün de kör olmasına sebep oldu.

Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın âşığı ve ozanı bol diyarında, Veysel’in babası da şiire meraklı ve tekkeyle içli-dışlı birisiydi. Veysel’in üzüntüsünü az da olsa unutması için bir saz aldı ve halk ozanlarından şiirler okuyup, ezberletir oğluna. İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) aldı ve kendini de iyice saza verdi; usta malı şiirlerden çalıp söylemeye başladı.

Aşık Veysel’in hayatında ikinci önemli değişiklik seferberlikte başladı. Kardeşi Ali ve arkadaşları harp için cephelere gidince, arkadaşsızlık ve kardeş acısı, sefalet, onu umutsuzluğa sürükledi ve yalnızlığı daha derinden hissetmeye başladı.

Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i akrabalarından Esma adında bir kızla evlendirdiler ve Esma’dan bir kız, bir oğlu oldu Veysel’in. Oğlan çocuğunun daha on günlükken ölümüyle hayata küsen Veysel, bundan sonra 24 Şubat 1921’de annesi, ondan 18 ay sonra da babasının ölümüyle iyice yıkıldı.

Ağabeysi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir hizmetkâr tuttular. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak başka yaranın da sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali de keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırdı. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha eklendi böylece.

Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı vardı. İki yıl yaşadıktan sonra o da hayata gözlerini yumdu.

Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşadılar. Kendisini Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol arkadaşlığı ettiler. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz aldı; Sivas’tan Sivrialan’a dönerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını kaybettiler. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara verdiler. Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı bir kadınla evlendi.”

1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kurdular. Ve 5 Aralık 1931 tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenlediler. Böylece Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başladı.

1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söyledi. Cumhuriyet’in 10. yıldönümünde Ahmet Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları Cumhuriyet ve Mustafa Kemal Atatürk üzerine şiirler yazdılar. Bunlar arasında Veysel’in de vardı şiirleri. Veysel’in gün ışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oldu. Bu şiirin gün yüzüne çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması anlamına geliyordu.

O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey, Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyordu. Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye arkadaşı İbrahim ile yürüyerek yola düştüler ve Ankara’ya gittiler. Veysel Ankara’da konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kaldı. Destanı Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak kısmet olmadı. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus) basımevinde destanı gazeteye verildi ve destan gazetede üç gün boyunca yayınlandı. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde çalıp-söylemeye başladı.

Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı buldu. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e, “Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık bağlandı.

21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.

Kimkimdir.gen.tr

John Ronald Reuel Tolkien - (d. 3 Ocak 1892 - ö. 2 Eylül 1973)



John Ronald Reuel Tolkien (d. 3 Ocak 1892, ö. 2 Eylül 1973), İngiliz yazar, şair, filolog ve üniversite profesörü. Uzmanlık alanı Anglo-Saxon Dili ve Edebiyatıdır. Hobbit, Yüzüklerin Efendisi ve Silmarillion gibi fantastik kurgu eserleriyle tanınır.

İngiliz sömürgesi olan Güney Afrika'nın Bloemfontein şehrinde doğdu. Ronald'ın babası Arthur Tolkien banka müdürü idi. İngiltere Birmingham'lı olan aile kendilerine yeni bir hayat kurmak amacıyla Güney Afrika'ya yerleşmişti. Fakat iklimin getirdiği olmusuzluklar kısa zamanda anne Mabel 'i Ronald ve küçük kardeş Hilary'i de alıp İngiltere'ye dönmeye itti. Aile bir süre sonra baba Arthur'un da dönmesi ile eski günlerine kavuşacaktı. Fakat 15 Şubat 1896'da Güney Afrika'dan Arthur'un ölüm haberi geldi. Bunun üzerine Mabel çocukları alıp küçük bir köy olan Sarehole'a yerleşti. Bu köy Ronald'da derin etkiler bırakacak ömrünün kısa bir süresini burda geçirmesine rağmen hayallerinde yarattığı Hobbit diyarı Shire ile defalarca Sarehole'u ziyaret edecekti. Sarehole'da Tolkien'i etkileyen sadece yemyeşil doğası değildi. Köy yakınındaki Moseley Bataklığı, kardeşi Hillary ile her zaman oynamaya gittikleri Cole Bank Road değirmeni ve devamlı kendilerini kovaladığı için "Beyaz Ogr" adını taktıkları değirmencinin oğlu da Ronald üzerinde derin izler bıraktı.

Ronald, Birmingham'daki King Edward's Okulu'na başlayınca aile bir kez daha taşınmak zorunda kaldı. Ronald yeni taşındıkları Olver Road'a yakın olan St. Philips okuluna verildi. Bir yıl sonra burs kazanınca tekrar King Edward's Okulu'na dönen Ronald birkaç yıl sonra 1904 yılında şeker hastalığı yüzünden annesi Mabel'i kaybetti. Bunun üzerine çocuklar teyzeleri Beatrice'in yanına gitti ve Peder Francis Morgan'ın gözetimine verildi. King Edward's Okulu'nda iken Ronald'ın dillere büyük yatkınlığı olduğu ortaya çıktı ve bu dönemlerde Ronald kendine ait bir dili tasarlamaya başladı. Böylece Elf dillerinin temelleri atılmıştı.

Çocukluktan delikanlılık yıllarına geçerken Ronald'ı etkileyen iki büyük yapı vardı oturdukları Birmingham kentinde. 29 metrelik Perrott's Folly kulesi o yıllara göre olağanüstü büyüklüğü ile Ronald'ın beynine kazınmıştı.

1758 yılında John Perrott tarafından yapılan bu kule tuhaf mimarisi ile "Perrott'un divaneliği" ismini almıştı. Hemen bu kulenin yanında ise bir başka kule vardı. Ve bu iki kule daha sonra yazacağı Yüzüklerin Efendisi için esin kaynağı oldu. Ronald'ın gençlik yıllarına dair bir diğer önemli not ise Gamgee ismi ile o yıllarda tanışmış olmasıdır. Bu yerel pamuk markası Gamgee, Ronald'ı etkilemiş olmalı ki Frodo'nun sadık dostu Sam'e bu soyadı vermiş.

16 yaşındayken hayatını değiştirecek bir olay oldu ve hayattaki tek gerçek aşkı olan Edith ile tanıştı. Fakat Peder Morgan iki gencin görüşmelerini yasakladı. 1911 yılında Tolkien klasik diller eğitimi almak için Exeter Koleji'ne gitti ve 21 yaşını doldurduğunda hiçbir zaman unutamadığı Edith'i buldu (Söylenir ki Edith ormanda dolaştıkları bir gün onun için dans etmiş ve bu dans genç Tolkien'i çok etkilemiştir). Gençler 22 Mart 1916'da evlendiler. Üstelik Tolkien onu ikinci kez bulduğunda Edith bir başkası ile nişanlıydı.

Bu arada I. Dünya Savaşı başlamıştır. Kısa bir süre sonra Tolkien de orduya katılır ve Fransa cephesinde savaşır. İki yakın dostunu bu savaşta kaybeden Tolkien çok yakınında patlayan bir bomba yüzünden İngiltere'ye geri döner. Fakat savaş bu genç insan üzerinde unutulmaz etkiler bırakmıştır. Savaş bittiğinde Oxford English Dictionary'de iş bulan Tolkien, savaştan döndükten sonra hayatının büyük bir kısmını Oxford'da geçirir. 1945 yılında Oxford'da profesör olmasına kadar geçen zaman içerisinde 4 çocuk sahibi olur. Bu süre içerisinde devasa hayal dünyası Orta Dünya'yı oluşturmaya devam eder. İlk kitabı bir çeviri olan "Sir Gawain and The Green Knight" yayınlanır. Entelektüel bir topluluk olan "Inklings" i yakın dostu C.S. Lewis ile kurar ve 1937 yılında Hobbit'i yayınlar. Roman hem olumlu hem de olumsuz tepkiler alır. Oxford'da profesör olan Tolkien'den nasıl olup da bir masal kitabı çıktığını sorar bazıları. Ama olumsuz eleştiriler bir işe yaramaz ve Hobbit kısa zamanda popüler olur.

Hobbit, aslında, Yüzüklerin Efendisi serisinin başlangıcıdır. Orta Dünya ilk kez bu kitapta okuyucuların karşısına çıkar. Bundan sonra Tolkien Yüzüklerin Efendisi (The Lord Of The Rings) için çalışmaya başlar.

29 Kasım 1971'de karısı Edith vefat eder. Tolkien bunun üzerine sadece iki yıl yaşayabilir ve 2 Eylül 1973'de Kraliçe'den CBE unvanını almasından kısa bir süre sonra 81 yaşında ölür.

Vikipedi

Platon'un Felsefî mirası

Felsefede, gerçek varlıkların nesneler ve bunların kavramlarının ise zihnimizdeki yansımaları olduğunu kabul eden “materyalizm”e karşılık, kavramların, ideaların gerçek varlıklar olduğunu ileri süren Platon’un bu tutumuna, “İdealist Felsefe” veya “Epistomolojik İdealizm” diyoruz. Bu yaklaşımın doğal sonucu olarak Platon, Empirizmi yani deneylerle, duyular yoluyla bilgi toplamayı, usul yönünden reddetmektedir.

Modern filozoflar, günümüzde kullanılmakta olan bir çok kavramın insanlar tarafından yaratılmış olduğu argümanını ortaya koyarak, Platon’un İdealar Kuramının geçersizliğini ispat çabasına girmişler ve hatta ispat da etmişlerdir. Şu anda onun siyasi felsefesine inanan siyaset bilimci ve etikçi yok denecek kadar azdır. Fakat “Platonik” kelimesi her kullanıldığında, onun insani ilişkilerin bir boyutuna 2400 yıl önce getirdiği tarif tekrar güncelleşmektedir. Platon tarihin yetiştirdiği ilk gerçek idealisttir. Metafiziksel çalışmalar onunla birlikte başlamıştır. Felsefenin temel kuramlarını ilk sorgulayan ve üzerlerinde ilk defa açık ve belirgin fikirler ortaya koyan odur. Soyut akıl yürütme yöntemlerini kullanarak politikanın genel prensiplerine varmak üzere çıktığı yolda Platon’u takip ederek politik başarı sağlayan siyasetçiler politika sahnelerinde kim bilir ne kadar daha varlıklarını sürdüreceklerdir.

|Pablo Neruda|

‎"İnsanlarla yüz yüze konuşarak her sorunu halledebilirsin; ama bazı insanlar gelir önüne, hangi yüzüne konuşacağını bilemezsin"

" Sadi Şirazi "


‎" Kusuru yüzüne söylenmeyen adam, ayıbını hüner zanneder.."

günün fotografı

Cemaat Şampiyon Olur Mu?


Olur!

Türkiye’de hızla el değiştiren sermaye, son üç sezondur futbola da el atmaya başladı. Endüstriyel futbolun sermaye-rant ekseninde uluslararasılaşması futbol alanında da büyük sermaye sirkülasyonunu dünya ölçeğinde gündeme getirdi çünkü.
Çünkü, iktidar burada. Yani tüm bir toplumsal sistemin egemenlik altına alınmasının bir ayağı da futbolda. Çünkü, on milyonlarca taraftarın yeşil sahalarda cemaatleştirilmesi söz konusu. Çünkü, iktidarı korumanın ve genişletmenin yolu bu. Çünkü, cemaatleşmek burdan geçiyor.
Cemaat, futbolu görüyor, biliyor; sermayenin bu alandaki gelgitlerini ve akışkanlığını takip ediyor. Futbol kulübü deyip geçmiyor. İktidarının bir ayağının da buraya yaslanması gerektiğini öğrendi. Murat Aksu’nun Beşiktaş’ta Yıldırım Demirören’e karşı adaylığı bunun ilk işaretiydi. Laik anti-laik eksenli bir cepheleşme yarattılar. Denediler olmadı. Adnan Öztürk’ün Galatasaray’da Adnan Polat’a karşı adaylığı bir sonraki hamleydi. Alevi- Sünni eksenli bir cepheleşme yarattılar. Denediler, çok yaklaştılar olmadı. Sırada Fenerbahçe var. Göreceğiz.
Üç büyükler de iktidarı almak istiyorlar! Çünkü sermaye orda, rant orda, iktidar olmaları gerek! Yine deneyecekler. Bırakmayacaklar peşini.
Beşiktaş’ta Ertuğrul Sağlam'la denediler. Hakan Şükür'le yarattıkları futbolcu tipinin benzerini teknik adamlıkta Sağlam'la denediler. Dirençle karşılaştılar; yanıt Denizli oldu. Olmadı ama bırakmadılar. Bülent Uygun'la Sivas’ta denediler, yine çok yaklaştılar ama Uygun’un çapsızlığına, 1978 Sivas Katliamı ve 1993 Madımak’ına takıldılar. Olmadı. Bırakmadılar.
Bırakmayacaklar da… Bırakamazlar da… Dünya futbol endüstrisine bakın. Milyar dolarlar ortalıkta geziniyor. Üstelik bu gezinen sermaye büyük kitleleri peşinden sürüklüyor. İkili bir yönü var açıkçası. Para ve kitleler…
Şimdi sırada ve yine beyefendiliğiyle Ertuğrul Sağlam ve Bursasporu var. Olur mu? Neden olmasın!
Hakan Şükür TRT 1’in spor yorumcusu ne zamandır. Dikkat edin, tam bir olgunluk abidesi ve bir başka beyefendi. Buna çalışıyor. Görüntüyü iyi veriyor. Futbol yorumlarını, maç analizlerini dikkatle izleyin; analizlerinin içinde dinsel temalar küçük, rahatsız etmeyici biçimde yer alıyor. Şükür, iyi çalışıyor. Bir futbolcu idolü yaratıyorlar.
Daha modern ve batılı bir kent buldular: Bursa. Sivas’ın bir İç Anadolu kenti olması, görece muhafazakarlığı ve alevi-sünni yarılmalı kentinin yerine Marmara’da İstanbul’un burnun dibinde yeni bir üs alanında denemeye karar verdiler. İstanbul burjuvazisinin karşısında, Bursa’da muhafazakar yeni sağ burjuvazi. Kimsenin diyeceği olmaz. Cemaatçi Ertuğrul Sağlam artık yeni idol! Bülent Uygun'sa çöpe atıldı. Üstelik Ertuğrul Sağlam Bülent Uygun’un çap olarak çok üstünde. Yani düzgün adam.
Milyar dolarlık bütçeli üç büyüklerin kontrolü altındaki parada gözleri var. Ona hükmetmek istiyorlar. Tefeci-tüccar-bezirgan dönemi bitti artık. Şimdinin büyük sermayedarıdırlar. Borsada, Gıdada, İnşaatta, Alışveriş Merkezlerinde, Özel Hastanelerde, Otomotivde, Bankacılıkta, Tekstilde, Medyada… Ya futbol!
Üç büyüklerin dağınık, savruk, plansız ve hesapsız muhasebesini ele geçirme peşindeler. Her şey egemenliklerinde olacak. İki şeyden birine razı olacak üç büyükler. Ya teslim olacaklar ya da entegrasyonu kabul edecekler. Dikkat edin, Galatasaray kongresinde Adnan Polat’ın listesinde Emir Sarıgül var.
-2-
Yani, Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün oğlu. Cemaat bağlantısı biliniyor. 41S Belediye otobüsü Şişli Seyrantepe seferini yapıyor. Düşünün!
Bir yandan taraflaşma yaratıyorlar bir yandan da entegre oluyorlar. Karşı cepheyi oluşturuyorlar ama diğer cepheyi de boş bırakmıyorlar. Anlayın!
Dikkat edin bir yandan üç büyüklerdeki sermayenin el değiştirmesi için denemeler yaparlarken, diğer yandan da futbolun Ergenekon’unu yaratıyorlar!
Türkiye Futbol Federasyonu'nda, Merkez Hakem Kurulu'nda, Kulüpler Birliği'nde ve üç büyüklerin kulüp yönetiminde iktidar savaşı veriyor cemaat.
Futbolun tüm kurul ve kurumlarını şikeyle terbiye edecekler. Ergenefutbol!
Şaka değil!
Boğazına kadar mafyöz ilişkilere batmış futbolda iktidar olmak için bulunmaz fırsat ve zamanıdır.
Şike olayına yakından bakın ve anlamaya çalışın. Siyasal arenadaki ergenekonun bir benzeri futbolda yaşanıyor. Futbolcular, menajerler ve kimi kulüplerin yöneticileri gözaltına alınıyor, ifadeye çağrılıyor. Büyük oyunun küçük parçalarını ortaya sürüyorlar. Alt liglerden başladılar. Mesajı alın istiyorlar.
Ergenekon’da yaratılan imajla futbol şikesinde yaratılan aynıdır.
Korku, sindirme ve güvensizlik…
Duydukça, okudukça gözbebeklerimiz büyüyor. Vay canına neler yapmışlar da haberimiz yokmuş, dedirttiler insanlara. Ergenekon’da bunu yaptılar. Şimdi futboldaki şike olaylarıyla bunu yapıyorlar. Yalan mı? Elbette değil. Ama sorun şikenin olup olmaması değil ki! Verilen mesaja bakın siz. Kime veriyorlar mesajı? Elbette kulüp yöneticilerine. Ve elbette futbol kamuoyuna. Sadece bunlara değil, futbolun dışındaki geniş kitlelere.
İşte sizin futbol dediğiniz bu! Kirli ve yalan dolan. Saf taraftar! Dünyadan haberin yok! Ve ben bu pisliği temizleyeceğim. Her şeyi temizlediğim gibi…
Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav'ın, 1995 yılında kaleci ZOLTAN PETRY’in İnönü'de 2-0 Türkiye’nin kazandığı Türkiye-Macaristan maçında yirmi beş bin dolar karşılığı şike yaptığı yönündeki açıklamasına bakın. O dönemler adı geçen kaleci Gençlerbirliği’nin kalecisiydi. Ve iddia o ki rüşveti TFF (Türkiye Futbol Federasyonu) vermiş.
TRT 1'deki 'Akılda Kalan' programına konuk olan Erman Toroğlu, "Uluslararası organizasyonlara katılmak için federasyonlar da şike yapar... Bizim federasyon da yapmıştır" ifadesini rahatlıkla kullanabiliyor ve bunu TRT 1’de söylüyor, dikkatinizi çekerim.
Futbolun kirliliğini kitlelerin gözüne sokuyorlar. Tıpkı Ergenekon iddianamelerinin çarşaf çarşaf yayınlanması, ses bantlarının televizyonlarda dinletilmesi gibi
Cemaat, sıranın futbola geldiğini söylüyor. Sizi bu pislikten ben temizlerim, diyor. Şimdi küçük başladılar. 2., 3. liglere el attılar. Aba altından sopa gösteriyorlar üç büyüklere, Federasyona…
-3-
Ümraniye’de bir gecekonduda yakalanan el bombalarından başlayan Ergenekon sürecini hatırlayın. Generallere uzanan süreci düşünün. Direnç gösterildikçe üstüne gittiler…Kulüpler ve federasyon bazında da aynısını yapacaklar. Ya teslimiyet ya da daha ileri gidip yukarılara uzanmak…
Gerisini anlayın ve bekleyin…
Hepsini bir araya getirin ve cevabı siz verin: Cemaat şampiyon olur mu?
O.Gün Ünal

7 Temmuz 2011 Perşembe

yaz çiçeği


nasılda ayartıcı hevesler
hadi derken içten gelen sesler
sıcak mı güneş mi ayartan
sakın,sakın,sakın-ma
şeytan kafanda gezinir
sonuçlarından yakınma
hayat ne getirirse getirsin
gönül hep fazlasını bekler.

Tahir ÖZCAN

Bunları Biliyormusunuz ?

‎* Dünya Televizyonlarında prime time'da gösterilen ilk çizgi film Tas Devriydi.

* Coca Cola piyasaya ilk cıktığiında yesil renkteydi.

* Ünlü aile oyunu borsa için Amerikan Merkez Bankasından daha cok para basılıyor.

* Erkekler daha küçük yazılmıs yazıları kadınlardan daha iyi okuyor.

* Kadınlar erkeklerden daha iyi duyuyor.

* Zeki insanın saçında daha fazla cinko ve bakır bulunuyor. Dolayısıyla daha parlak oluyor.

* Dünyanın en genç ailesi 1910'da Çin'de kuruldu Erkek 8 Kız 9 yasındaydı.

* Katoliklerin lideri Papa'nın en genci 11 yasındaydı.

* Daktiloyla yazılan ilk roman Tom Sawyer'dır.

* Aralıkta diger aylardan daha fazla gebe kalınıyor.

* ABD'de bir yıl içinde sadece 2 gün profosyonel spor karsılasması oynanmıyor.

* İskambil kartlarındaki her 'Rua tarihteki bir kralı temsil ediyor.

Maca:David, Kupa:Sarlman, Sinek: Iskender, Karo:Sezar

* Kurşun Gecirmez yelegi, yangın cıkısını, cam silecegini, lazer yazıcıyı kadınlar icad etti. Yaaa, eminim bunu bilmiyordunuz...

* Bozulmayan tek gıda maddesi baldır.

* Amerika'nın %38'i Afrika'nın %28'i bakir.

* Kapadokya'nin Güzel Atlar Diyari anlamina geldigini...

* Kendi dirseğini yalamanın imkansız olduğunu?

* Ördeğin vakvaklamasının yankı yapmadığını ve unu kimsenin açıklayamadığını?

* İdrarın zifiri karanlıkta parladığını?

* Eğer çok şiddetli hapşırırsan, kaburgalarından
birini kırabileceğini?

* Hapşırmayı engellemeye çalışırsan,başındaki veya boynundaki damarlardan birinin yırtılabileceğini ve ölebileceğini?

* Hapşırdığın sırada gözlerini açık tutmaya çalışırsan, yerlerinden fırlayabileceklerini?

* Domuzların vücut yapılarından dolayı hiçbir zaman başlarını yukarı kaldırıp gökyüzüne bakamadıklarını?

* Dünya nüfusunun %50 sinin hiç telefonla
konuşmadığını?

* Farelerin ve atların kusamadıklarını?

* 1 saat sureyle kulaklıkla birşey dinlemenin kulaktaki bakteri sayısını %700 arttırdığını?

* Çakmağın kibritten önce bulunduğunu?

* Parmak izleri gibi dil izlerinin de her insan için benzersiz olduğunu?

* Bu yazıyı okuyan insanların %75 inden fazlasının, dirseklerini yalamaya çalışacaklarını (gerçekten olmuyor di mi )

* Bir köpekbalığı 100 milyon damla deniz suyu içindeki bir damla kanı hissedebilir.

* Zürafa kulağını 53 santim uzunluğundaki dili ile temizler.

* Einstein 9 yaşına kadar düzgün konuşamamıştır. Ailesi onun özürlü olduğunu düşünmüştür.

* Kağıt para sanıldığı gibi kağıttan değil pamuktan yapılır...

FIKRA

Adolf Hitler
Selam ne yapıyorsunuz? "Hitler cevapladı ": 3. Dünya Savaşını planlıyoruz. " Adam sorar . "Gerçekten mi ? Neler olacak ? " Hitler :"Bu sefer 14 milyon Yahudi ve bir bisiklet tamircisini öldüreceğiz "der. Adam sorar :" Bir bisiklet tamircisi mi ?!" Hitler Stalin 'e döner ve der ki :"Gördün mü , sana kimsenin 14 milyon Yahudiyi takmayacağını söylemiştim ! "

Kahvenin yanında neden su getirilir Biliyor musunuz?


Osmanlı zamanında eve misafir geldiğinde kahveyle birlikte su getirilirmiş.
Misafir toksa kahveyi alırmış.
Açsa suyu.
Tabii ozamn hemen sofra kurulurmuş.
Böylece çok ince bir nezaketle anlaşılırmış.

KADER

‎"Duygularınıza dikkat edin 
davranışlarınıza dönüşür...
Davranışlarınıza dikkat edin
alışkanlıklarınıza dönüşür...
Alışkanlıklarınıza dikkat edin
değerlerinize dönüşür...
Değerlerinize dikkat edin
karakterinize dönüşür...
Karakterinize dikkat edin
kaderinize dönüşür... "
(Mahatma GANDHI)

aristotales

Thales dedi ki: "hayat ile ölüm arasında hiçbir fark yoktur"
"O halde niçin ölmüyorsun?" dediler.
Dedi ki: "Hayat ile ölüm arasında bir fark olmadığı için" ..

YORUMSUZ

‎[Confucius]

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...