17 Nisan 2014 Perşembe

NEDEN YENİLDİK?


02.04.2012 13:25:18
“Neden Yenildik?” Arthur C. Clarke’ın yazdığı bir öykünün adı. Öyküde iki düşman gezegen var. Gezegenler silahlanma yarışına başlar: tüfeğe karşı tüfek, lazere karşı lazer, proton bombasına karşı proton bombası üretirler. Her yeni silaha karşı, o silahı etkisiz hale getirecek kalkan sistemler icad edilir.
Derken bir gün iki gezegen ilk ve son kez bir savaşa girer. Savaş başladıktan kısa süre sonra, anlatıcının gezegeni yenilir. Peki neden yenilir?
Kitle iletişimi siyasi partilerin varlık nedeni. Her parti kendini kitlelere tanıtmak ve fikirlerini yayarak büyümek zorunda. Bu tanımı dikkate alan Türkiye’de tek bir parti var, o da adı ile müstesna “AK” Parti. Diğer partilerde “yayılma” ön kabulünü ara ki bulasın. Neden böyle? Kitle iletişimi ve propaganda geçtiğimiz yüzyıl boyunca sosyalist bilginler tarafından dikkate alındı. Algının kapılarını, “ben” ve “toplum” ilişkisini sosyalistler araladı. Medya ve iktidar ile ilgili yüz kitap yazıldıysa bunun sekseni bizim çocuklara aitti.
Sonra ne olduysa bu bilgiyi unuttuk. Unuttuktan sonra da lanetlemeye başladık. Düşündükçe bu unutuşun temeline bir sözcük koydum: “Mavra”
Beyoğlu’nda sarhoş olunur, aşık olunur, genellikle her ikisi birden olunur. Aşk ve sarhoşluktan güzel bir şey var mı? Peki ben Beyoğlu’ndan niye nefret ediyorum?
Bence Beyoğlu “yavşaklık virüsü”nün yayıldığı yer. Bu virüs solu yiyor bitiriyor. Yavşaklık virüsü mavralı ortamlarda hızla yayılıyor. “Kendi” benzerleriyle bir araya gelen kişiler, kısa zamanda kapalı bir koloni oluşturuyor; “dışarıda”ki kötü dünyaya karşı birleşip, bir tür “köylü” haline geliyorlar. Geceleri gündüzleri, yedikleri içtikleri bir arada gidiyor; internet dünyasının yardımıyla Beyoğlu Köyü, başka kentlerde hatta başka ülkelerde yaşayan hemşehriler yaratıyor.
Köylerin kin dolu bir hafızası vardır. Ama bu kin köyün içinde kaldığı sürece hiçbir şeyi dönüştürmez; bir irin gibi köy meydanında, her doğan (katılan) köylünün belleğinde yaşar. Sirke gitgide iyice keskinleşir, olan kübüne olur.
Mavra içe dönüktür, bilgiyi yükseltse de etkisizleştirir. Dünya hakkında derin bilgilere sahip olduğunuzu düşünürsünüz; oysa dünyadan haberiniz kalmamıştır. Kendi kendinizi onadıkça suratınıza cahillere özgü bir sırıtış yerleşir.
Gorki der ki: Bir devrimcinin görevi kendi gibilerle değil, ötekilerle konuşmaktır. Mavra ile propagandanın temel farkı da bu olmasın sakın?
Artık sadece çocuklarımız, yeğenlerimiz, hısım akrabalarımız “bizden”, sevimli bir köyde olduğu gibi. Benim çocukluğumda derdini “halkımıza” anlatan ve bunu dert edinen sosyalistler vardı. Son otuz yılda bu sosyalistlerin nesli ne zamandır adı bile anılmayan karabatak kuşları gibi tükendi.
Oysa temel mesele budur: Anlatmak... Her yeni doğana, her yeni gelene, hatta gelmeyene, bilmeyene. Kafayı hep içeriye takarsan, dışarıyı göremez, dışarı tarafından da görünümezsin. İki üç köy anlaşıp birleşse de, yine tek bir köy olur. İç tartışmalar su gibidir, ihtiyaç kadar olunca yararlı, daha fazla olunca boğucu.
Türkiye’de sosyalistler “propaganda” kavramını çoktan terk etti. Terk edilen bebekler cami avlusuna bırakılır. Biz çocuğumuzu oraya bıraktık, onu camideki cemaat büyüttü. Propaganda büyüdükçe köyleri, mahalleleri, kentleri ele geçirdi. Terk ettiğimiz bu güç, yükseldi ve bizi kalbimizden vurdu. Burun kıvırdığımız yöntemler, kitlelerin algısını kıvırdı, büktü, şekillendirdi.
Arthur C. Clarke’ın öyküsündekiler şu nedenle yenilir: Oklar... Proton saldırısına karşı kalkanları olan gezegen, ok ve yaya karşı kalkanlar yapmayı çoktan unutmuştur. Savaşı başlayınca düşman orduları birden bire oklarını çıkartır ve “bizimkiler” büyük kayıpların sonunda teslim olur.
Başbakan Erdoğan “Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız” diye şiir okuyalı çok oluyor. Bugün olsa bu şiir şöyle değişebilirdi: “Kampanyalar süngümüz, araştırma şirketleri miğferimiz, reklam ajansları kışlamız”
Ana hedefi kız çocuklarını “evlenecek yaşta” okuldan koparıp, oğlan çocuklarını fabrikalara köle etmek olan bir proje; saçlarını şampuan reklamında gibi sallandıran bir genç kadının babasına sarıldığı duygusal reklam kampanyasıyla yürürlüğe girdi. Yurt dışında buna “nöromarketing” diyorlar, siz dilerseniz şark kurnazlığı deyip geçin. Reklamı izledikten sonra gözleri yaşaran bir seçmen “Adam samimi. Bak kız çocukları için neler yapıyor” dedi yanındakine. Ne tesadüf ki konuşanın da, dinleyinin de adı Selim’di. Ve aslında reklamdan kalan tek bir korkunç bilinçaltı mesaj vardı: “Kız çocuklarının okuması babaların kararıdır.”
Günümüzde algı yönetimi en etkili silah. Entelektüelizmin batağında, kibir adalarında yaşarken; birileri bu basit ve temel silahı eline aldı ve bizi darmadağın etti.
Anladım ki CHP’nin algı savaşında kazanması mümkün değil. Çünkü “Neden yenildik?” sorusuna yanıt vermek için öncelikle bu soruyu sormak gerek. CHP’nin gündeminde böyle bir soru bile yok. CHP hala proton silahlarıyla galip gelebileceğini düşünüyor ve Tandoğan’daki katılımcıları saymakla uğraşıyor.
Onlar yerlerinde saymaya devam etsin, biz kolları sıvayalım. İlk hedefimiz Selim Türkhan... Tüm eylemlerimiz ve tüm söylemlerimizle Selimgilleri ikna etmek zorundayız. Çünkü Türkhan ailesi, terazinin dengesini değiştiren ve yeri değişebilen birincil ağırlık.
KESK eyleminde polisin suyuna karşı, pankartlarını bırakmayan o bir grup devrimci var ya, onların gözünü seveyim. Eylemleriyle sloganlarını milyonlara ilettiler.
Mahir Çayan’ın “Örgütü kitlelere tanıtan, yaldızlı laflarlar değil, eylemlerdir” sözü bu yazının özeti. Solun terk edip, AKP’nin evlat edindiği şey bu cümlede gizli: “Amaç her zaman kendini kitlelere tanıtmaktır.” Eylemler, evinde sütlacını yiyerek bizi izleyen kişiyi etkilerse başarılıdır. Kitlelere ulaşmayı amaç edinmezsen Beyoğlu’nda mavra denizinde debelenirsin. Sonra da belki sorarsın “Biz binde birken, AKP nasıl %50 oldu?” diye.
Derseniz ki “Biz yenilmedik ve proton silahı iyidir.” O da bir düşünce... Hadi gelin bunun mavrasını çevirelim. Cihangir’de cami kahvesinde buluşup, oradan konuşa konuşa Nevizade’ye geçeriz.
Ateş İlyas Başsoy..

16 Nisan 2014 Çarşamba

MANİSA TARZANI

Manisa’da efsaneye dönüşen gerçek bir yaşam öyküsü…Aile büyüklerimiz anlatırdı, masal gibi dinlerdik. 1940’lar, 50’ler, 60’lardan bahsediyoruz…Günümüzde olsa, yarı çıplak dolaştığı için taşlanırdı belki.

“Manisa Tarzanı” adıyla yaygın bir üne kavuşan Ahmeddin Carlak 1899 yılında Bağdat’a yaklaşık 100 km. uzaklıktaki Samara kentinde (Irak) doğdu.
1.Dünya Savaşına, ardından da Türk Ulusal Bağımsızlık Savaşı’na bir nefer olarak katıldı. Bu savaşta gösterdiği yararlılıktan dolayı kırmızı şeritli istiklal madalyası ile onurlandırıldı.
Cumhuriyet dönemi başlarında Manisa’ya geldi; kimsesiz ve yoksuldu. Manisa belediyesine girdi; ne iş verildiyse yaptı. 1 Haziran 1933 tarihinde 30 lira aylıkla bahçıvan yardımcısı oldu. Hep bu görevde kaldı.
Manisa’yı yeniden yeşillendirmek için var gücüyle çalıştı. Ağaç dikip yetiştirmeyi kutsal bir görev olarak algıladı. Dürüstlüğü, çalışkan olmayı her şeyin üstünde tuttu. Yaz kış sadece siyah bir şortla ve ayağında lastik bir pabuçla kentin sokaklarında, görkemli Sipil dağında dolaştı. Saç ve sakalını da uzatarak kişiliğine yaraşır bir görünümle Manisalıların biricik sevgilisi oldu. Her öğle vaktinde Topkale’deki topu ateşleyerek, günün o saatini duyurmayı bir görev saydı. Bundan dolayı kendisine “topçu hacı” diyenler bile oldu.
Manisalı kızlara, kente gelen sanatçılara çiçek sunan ilk oydu. Sipil dağına çadır kuran yörüklerin kızlarına boncuk armağan etmeyi; çocuklara akide şekeri dağıtmayı; kimi yoksullara gizlice para yardımında bulunmayı da hiç ihmal etmedi.
Bir spor adamıydı; yaşamıyla gençlere örnek olmuştu. Manisa dağcılık kulübü üyesi genç arkadaşlarıyla Ağrı, Cilo, Demirkazık dağlarına tırmandı. gittiği her yerde büyük ilgi gördü. Manisa dışında başka bir yerde yaşamayı hiç düşünmedi. Sinema tutkunuydu. Yeniliklere açıktı; okumayı severdi, elinden gazete dergi düşmezdi.
Sipil dağında, Topkale’deki kulübesinde yalnız yaşadı; ne yatağı, ne yorganı vardı. Üzerine gazete serdiği tahta divanda yatıp kalktı. Yaz kış soğuk suyla yıkanırdı; saç ve sakalını özenle tarar, kendi eliyle çiçeklerden yaptığı güzel kokular sürer, ulusal bayramlara göğsüne bağladığı palmiye yaprağı üzerine istiklal madalyasını takarak katılırdı. Bundan büyük bir gurur ve sevinç duyardı.
Dede Niyazi’nin lokantasının bir köşesinde yemeğini yer, bunun karşılığında lokantaya tenekeyle su taşırdı. Hiç kimseye borçlu kalmak istemezdi. Kendisine güvenen bir insandı. “Bulaşıcı bir duygu” olan kaygıya hiçbir zaman katılmadı. Güçlü bir insanda aranan özellikleri taşıyordu; efsanevi yaşamıyla hep ilgi odağı oldu. Özgür bir yurttaş olarak yaşamayı temel ilke saydı. Yaşama etkin bir biçimde katıldı. Mal, mülk, servet ve makam sahibi olmak aklının ucundan bile geçmedi. Kent sevgisiyle, kent adına çalıştı. Adı Manisa ile özdeşleşti.
Manisa tarzanı 31 mayıs 1963 tarihinde gözlerini yaşama yumdu. Görkemli bir cenaze töreniyle çok sevdiği Manisa’da toprağa verildi.
Manisa tarzanı doğa ve ağaç sevgisinin simgesi, çevreciliğin önderi iz bıraktı. Birçok gazeteci yazar ondan söz etti. Anısına kitaplar, makaleler, şiirler yazıldı; Manisa’ya anıtları dikildi; filmi çevrildi. Manisa onu unutmadı, unutmayacak.

Bab-ı Ali Baskını

Yakup Cemil
Rumeli ordularının eridiği, koleranın Çatalca’daki kılıç artıklarını yere serdiği ve elde kalabilen birkaç batarya topun son mermilerini attığı şartlar Osmanlı’yı barışa zorlamış durumdaydı. Mütarekeyi Londra Konferansı takip etti. İttihatçılar karşısında kaplan kesilen Kamil Paşa, Batı karşısında süt dökmüş kediye dönüyordu. Edirne elden çıkıyor, halk açlıktan kırılıyordu. Tarihler 23 Ocak 1913‘ü gösteriyordu, hükümetBab-ı Ali‘de toplanmıştı, büyük devletlere nota verilecekti. Notanın Fransızca’ya çevrilen metni gözden geçiriliyordu. Üyelerden hiçbiri bilmiyordu ki, bu onların son toplantısıydı. Türk tarihinin akıl almaz, bilim kurgu filmlerine taş çıkartacak sahneleri boy göstermek üzereydi. Bab-ı Ali Darbesi‘nin ayak sesleri geliyordu.
“Hükümet Edirne’yi Bulgarlar’a teslim ediyor, bütün Rumeli’den vazgeçiyor!” söylentisi İttihatçı subayların çılgına dönmesi için yeterli sebepti. Ecdat kanı ile sulanmış, Evlad-ı Fatihan diye zikredilen topraklar düşmana nasıl verilebilirdi? Eşkıya boşuna mı kovalanmış, Anadolu yiğitleri bunun için mi buralara kadar gelip şehit olmuştu? “Ya devlet başa ya kuzgun leşe!” şuuruyla yetişen İttihatçılar’ın ileri gelenleri bir toplantıya karar verdiler.
Toplantı Vefa’da İttihat ve Terakki‘nin önemli isimlerinden Emin Beşe Bey‘in evinde yapıldı. Enver Bey, bir tümeni denetlemek için İzmir’e gittiğinden toplantı hiçbir karar alınamadan dağıldı.
Bu girişimin en büyük mimarı olan Talat Bey, toplantıda konuşulanları İzmitli Mümtaz aracılığıyla Enver Bey’e bildirmişti. Çok geçmeden Enver Bey İzmir’den döndü ve ikinci toplantıya geçildi.Katılımcılar şunlardı: Sait Halim Paşa, Talat Bey, Enver Bey, Hacı Adil Bey, Ziya Gökalp, Albay İsmail Hakkı Bey, Fethi Bey (Okyar), Mithat Şükrü Bleda,Cemal Paşa, Kara Kemal,Doktor Nazım Bey,Mustafa Necip Bey.
Enver Bey arkadaşlarına diyordu ki:
-Arkadaşlar! Geçen seferki toplantınızda verdiğiniz karardan haberdar oldum, ne yazık ki şaşırdım.Bin türlü bahane bularak hükümete ilişmeyi uygun bulmamışsınız. Bu karara nereden vardınız, bilmiyorum.Yalnız size bir şey soracağım: Memleketin geleceğini bu hükümetin kurtarabileceğine inancınız var mı? Cevabınız “Evet!” ise bir sorun yok, burada boş yere çene patlatmayalım. Herkes dağılsın ve işine baksın.Yok, eğer bu adamlara inanmıyorsanız, teorilere takılıp kalmayalım, icraata geçelim. Bu adamlardan kurtulmanın tek çaresi bu hükümeti devirmektir.
-Hayır, hükümete kesinlikle güvenmiyoruz!
-O halde ne duruyoruz, hemen yarın işe başlayalım.
-Fakat bu işi kim yapacak, hükümeti kim devirecek?
-Ben bu işi, yanıma alacağım altmış fedakar arkadaşımla rahatlıkla başarabilirim.
Karar alınmıştır, -Ziya Gökalp ve Fethi Okyar’a rağmen- bir darbe ile hükümet devrilecektir. Plan yapıldı, her şey en ince ayrıntısına kadar düşünüldü, gerekli yerlere ve kilit noktalara Teşkilat’ın adamları yerleştirildi. İttihaçıları düşündüren tek kişi vardı: Çerkez Nazım Paşa. İri kıyım, sert, gaddar, hırslı, ne yapacağı belli olmayan bu adamı bertaraf etmek işin en zor yanıydı.
Darbenin günü 23 Ocak 1913‘tü, saati ise 15.00‘di. Gözü pek ve fedakar altmış yiğite haber uçuruldu, hepsi belirlenen saatte Bab-ı Ali‘de olacak, baskın hükümet toplantıda iken yürürlüğe konulacaktı. Baskın çabuk olmalıydı ki, kan dökülmesin. Yürüyüş İttihat ve Terakki’nin Nuruosmaniye’deki kulübünden başlayacaktı.
Ve 23 Ocak Perşembe, saat 13:00 Talat Bey ve Sapancalı Hakkı, hazırlıkları denetlediler. Bab-ı Ali civarında toplanma merkezi olarak tesbit edilen kahvehane, gazino, otel salonu gibi yerleri gözden geçirdiler. Nedendir bilinmez, baskın için orada bulunması gereken hiçbir militan ortada yoktu. Soğuk hava, inceden inceye yağan yağmur hakimdi Bab-ı Ali’ye.
Bu sırada Hüsamettin Ertürk, birkaç arkadaşı ile birlikte baskının sızmasını engellemek için polis müdürlüğü, merkez komutanlığı, posta ve telgraf idaresi gibi hayati noktaları ele geçirmek için tetikte bekliyordu. Estern kablo idaresi işgal edilecek, Büyükdere Rus Konsolosluğu’nun bahçesindeki telsiz istasyonu ele geçirilecekti. Nihayet Emir geldi ve Hüsamettin Bey ve ekibi harekete geçti. Öte yandan Teşkilat’a bağlı subaylar da Bab-ı Alicivarındaki devriyeleri kaldırdılar.
Öte yandan Kurmay Binbaşı Enver Bey ve arkadaşları Teşkilat’ın askeri müfettişliğinde, Talat Bey’den gelecek haberi beklemekteydiler.Yüzbaşı Yakup Cemil, Mustafa Necip ve İzmitli Mümtaz tabancalarını kuşanmışlar, Enver Bey’in yanında yerlerini almışlardı. Saat iki buçuğu geçerken Sapancalı Hakkı, Menzil Müfettişliği‘ne geldi ve;
-Haydi her şey hazır ve tamam, çıkınız! dedi.
Bu haberi sabırsızlıkla bekleyen Binbaşı Enver Bey şimşek gibi yerinden fırladı ve kaşla göz arasında kapının önünde kendisi için bekletilen kır ata bindi. Şimdi o bir savaş kahramanı gibi heybetli ve göz alıcı görünüyordu. Aheste aheste Nuruosmaniye’den Bab-ı Ali’ye doğru ilerleyen bu mağrur adamın iki yanında Filibeli Hilmi ve İzmitli Mümtaz vardı. Bab-ı Ali’nin tenha sokakları, kır atını üstünde tunç bir heykel gibi dikilen, masal kahramanlarını andıran, erkek güzeli bir yiğidi, geleceğin paşasını temaşa ediyordu.
Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Bab-ı Ali‘nin önü boştu, altmış fedakar adamdan hiçbir ortada yoktu. Az sonra Enver Bey köşeden -bugünkü İran Konsolosluğu’nun bulunduğu- sokağın başından göründü. Karşılaştığı manzara genç binbaşının hiç de hoşuna gitmedi, yanında beliren Yakup Cemil ve Mustafa Necip‘e rağmen, keskin bakışlarınıSapancalı Hakkı‘ya yöneltti. Sanki:
-Her şey hazır, dediğiniz bu muydu? Beni ateşe düşürdünüz, dercesine öfkeyle bakıyordu.
Çok geçmemişti ki, her yaştan insan Bab-ı Ali yokuşuna yığılmaya, kalabalık artmaya başladı. Enver Bey’in ve Yakup Cemil’in hedefi Bab-ı Ali binası, toplantı halindeki hükümettir.
Peki binayı koruyan askerler neredeydi? Bab-ı Ali’yi korumakla görevli Uşak taburu ne yapıyordu? Uşak taburu binanın önünde silah çatmış şekilde beklemektedir. Ne hikmetse geliyorum diyen tehlikeye karşı tabur kılını bile kıpıdatmamaktadır. Tabur İttihatçılar tarafından elde edilmişti. Yoksa dünya tarihinde bir olmazı gerçekleştiren darbecilerin böyle bir maceraya atılması mümkün değildi. Eğer atılsalar bile, baskın, başlamadan bitecek,baştaEnver Bey olmak üzere bütün kader arkadaşları ölecekti. İttihatçılar her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesap etmiş, önlerine çıkacak en büyük tehlikelerden birini bertaraf etmişlerdi.
Enver Bey şaşkınlık içindeydi ki, imdada Ömer Naci yetişti. İttihat ve Terakki Teşkilatı‘nın bu ateşli ve ünlü hatibi, Ömer Seyfettin‘le beraber olay yerine gelmişti. Bab-ı Ali‘nin merdivenlerinden Ömer Naci şöyle haykırıyordu:
-Vatandaşlar! Kamil Paşa hükümeti, Edirne’yi Bulgarlara bugün resmen terk ediyor. Şu dakikada Bab-ı Ali’de notalar imzalanıyor.
Büyük Türk Milleti bunu hiçbir zaman kabul etmeyecektir. İttihat ve Terakki buna ne pahasına olursa olsun izin vermeyecektir. Yaşasın Büyük Türk Milleti, yaşasın İttihat ve Terakki!
Ömer Naci kitleleri öylesine etkiliyordu ki Bab-ı Ali yokuşu her geçen dakika biraz daha kalabalıklaşıyor, Ömer Naci’nin etrafını sarıyordu. Ömer Naci devam ediyordu: “İşte Hürriyet Mücahidi Enver Bey Bab-ı Ali’ye yürüyor. İşte kapının önünde arkadaşlarımız,yüzlerce sivil ve subay ellerinde tabanca, içeri girme hazırlığındalar. Onlarla birlik olunuz, bu beceriksizler idaresine son veriniz!”
Ömer Naci bu sefer Uşak Taburu’na hitap ediyordu: “ Evlatlar! Elinizdeki silahları millet size kullanmanız için vermiştir. Düşman Çatalca’dadır. Kutsal vatan topraklarını kirli ayaklarıyla çiğneye çiğneye oraya kadar gelmiştir. Biz milli şerefi, milli namusu korumak, mukaddes aile yurdumuzu kurtarmak istiyoruz. Siz başka türlü düşünüyorsanız, işte sinem açıktır, ateş ediniz..”
Bu nutuk! Uşak taburunu büyülemiş, askerin gözünde Enver Bey’i bir mitoloji kahramanı haline getirmişti. Enver Bey ve yanındakiler şimdi dış kapıyı aşmış, Bab-ı Ali’nin avlusundaydı.
Manastır Askeri Lisesi’nde Mustafa Kemal’e vatan fikrini, Namık Kemal’in vatan edebiyatını aşılayan, kabına sığmaz bir yiğit adam olan Ömer Naci, gerektiğinde silahşorluk bile yapmış, İran şahına kafa tutmuş bir inanç ve ülke adamıydı. “Kardeşlerim!” diye haykırınca havada şimşekler çaktıran, etrafı inim inim inleten bu adamın Bab-ı Ali darbesindeki rolü inkar edilecek gibi değildir.

Çerkez Nazım Paşa’nın Vuruluşu

Kalabalık bir çığ gibi büyüyor, Bab-ı Ali’ye doğru akıyor, Enver Bey’e yardım etmek için koşuyordu. Bab-ı Ali’nin önü tam bir ana baba günüydü. Kalabalığı ancak Doktor Ağabeydin Bey’in, “Kapıları hemen kapatınız. İçeriye görevlilerden başka hiç kimse girmesin.” Emri durdurabildi ve kapılar kapandı.
Enver Bey’in yanında Yakup Cemil vardı, peşlerinden İzmitli Mümtaz, Filibeli Hilmi Mustafa Necip, Sapancalı Hakkı geliyor. En arkada Talat Bey ve Mithat Şükrü (Bleda) vardı. Salonun ve holün güvenliğini sağlanması gerekiyordu. Bu görevi Yakup Cemil ve Sapancalı Hakkı üstlendiler. Sapancalı Hakkı, nöbetçileri görür görmez komutunu verdi:
-Selam dur, yolu aç ve geri çekil!
Olaylar öyle hızlı akıyordu ki, askerler komuta hemen uymuş, Enver Bey’i ve arkadaşlarını mihaniki bir şekilde selamlamak zorunda kalmışlardı.Gürültüden ve baskından ilk haberdar olan Sadaret Yaveri Nafiz Bey oldu. Misafiri ile odasında çay içen Nafiz Bey masanın gözündeki tabancasını kaptığı gibi salona fırladı, Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin korumalarından birinin cesedini görünce rasgele ateş etmeye başladı. Nafiz Bey fazla ateş edemedi, vücüduna isabet eden kurşunlarla yere yığıldı. Bu arada Harbiye Nazırı Nazım Paşa’nın yaveri Kıbrıslı Tevfik Bey, Yakup Cemil’in ve İzmitli Mümtaz’ın kurşunlarıyla cansız olarak yere düştü. Baskının ikinci kaybı Tevfik Bey’di. Derken bir asker daha öldü.
İttihatçılar’ın tek kaybı ise, İzmitli Mümtaz tarafından yaralanan, ölmek üzere olan Nafiz Bey tarafından vurulan Mustafa Necip’ti.
Bab-ı Ali bir savaş alanıydı,insanlar ölüyor, her yeri kan götürüyordu. Silah seslerini duyan Nazım Paşa, karşısındakine tepeden bakan haliyle, iri cüssesiyle elleri cebinde salona çıktı. Karşısında Enver Bey’i, İzmitli Mümtaz’ı, Filibeli Hilmi’yi ve Sapancalı Hakkı’yı görünce önce şaşırdı. Sonra öfkeyle:
-Bu ne cüret! Burada ne arıyorsunuz asi herifler? Aklınızca sadareti mi basacaksınız!
Enver Bey birden kusursuz bir esas duruşa geçti, her zamanki utangaç ve nazik tavrı ile;
-Efendim, diye söze başladı. Millet Kamil Paşa Hükümeti’nin istifasını istiyor.Vatanı satanlara ordu izin vermeyecektir.
Enver Bey sözünü bitirmemişti ki Serasker Nazım Paşa tekrar bağırmaya, karşısındakini azarlamaya başladı. İşte ne olduysa o anda oldu. Yakup Cemil koluyla Paşa’yı kavradı.
Paşa’nın sağ şakağına tabancayı dayadı ve ateşledi. Nazım Paşa birden düştü, ağzından kan boşaldı ve can çekişmeye başladı. Yakup Cemil öyle kritik bir atış yapmıştı ki, eğer kurşun bir milim kaysa, Sapancalı Hakkı ölecekti. Herkes bir tarafa sıvışmış, ortalık boşalmış durumdaydı.
İşin ciddiyetini ilk kavrayan Enver Bey oldu, heyecanla:
-Yakup ne yaptın, buna gerek varmıydı? Diye bağırdı.
Ama Yakup Cemil serinkanlılığını bozmuyordu. “Bu heriflere laf anlatılmaz” dedi ve ölmek üzere olan Nazım Paşa’ya bir kurşun daha sıktı. Bu sırada olay yerine Talat Bey de geldi, ama gördüklerinden hiç de memnun değildi. “Arkadaşlar!” diye söze girdi. “Böyle olmayacaktı, kavlimizde bu yoktu. Eğer böyle devam ederse ben bu işte yokum. Her şeyi bırakır, çeker giderim.” Sonunda ortalık durulur gibi oldu.
Subayların bundan sonraki ilk işi Sadrazam Kamil Paşa’yı bulmak oldu. Kamil Paşa Meclis-i Vükela salonunda yapayalnızdı, çünkü bakanların hepsi kaçmıştı.Karşısında Enver Bey’i,Yakup Cemil’i,Talat Bey’i ve diğer isimleri gören Kıbrıslı Kamil Paşa sakin bir tarzda sordu:
-Ne istiyorsunuz Evlatlarım? Sonra Enver Bey’e döndü ve konuşmasını sürdürdü:
-Eğer bu hareketi yapmasaydınız ülkemiz barışa kavuşacaktı. Bu baskın olmasaydı Bulgarlar,Sırplar,Yunanlılar işgal ettikleri yerleri geri vereceklerdi. Madem mührü istiyordunuz, alınız!
Paşa bunun ardından istifa dilekçesini yazdı:
“Padişahın yüksek huzuruna, ahali ve askerler tarafından yapılan teklif üzerine istifamı yüksek huzurlarınıza arzını mecbur olduğumu yüksek bilgilerinize sunmakla…”
23 Ocak 1913
Artık hükümet devrilmiş, darbe başarı ile tamamlanmıştır. Bundaki en büyük pay da Yüzbaşı Yakup Cemil’e aittir. O’nun kurşunları olayların akışını bir anda değiştirmiştir.
Herkesin korktuğu, en büyük engel olarak görülen Çerkez Nazım Paşa onun korkusuzluğu, atıcılığı sayesinde aşılmıştır.

Darbenin Anatomisi

Bab-ı Ali Baskın’ı” diye bilinen hükümet darbesi, planlanışı ve uygulanışı açısından aklın alamayacağı ölçüde cüretkar, adeta bir macera diye adlandırabilecek bir girişimdir. Eğer günümüzün en gelişmiş bilgisayarlarını kullanarak darbenin başarı şansın ölçmeye kalksaydık, her halde başarı oranı çok düşük olurdu. Kelimenin tam anlamıyla iki elin parmağını geçmeyecek sayıdaki cesur ve idealist adam bir imkansızı başarmış, yirminci yüzyıl Türk siyasi tarihinin en önemli başarılarından birine imza atmıştır. Talat Bey’in örgütçülüğünü, Ömer Naci’nin kitleleri gayelana getirmesi, Enver Bey’in cesareti, Yakup Cemil’in akıllara durgunluk veren eylemi belki de darbenin başarılmasında olmazsa olmaz unsurlardır. Dahası Teşkilat’ın militan gücü olmasaydı bunlar başarılabilir miydi? Elbetteki hayır.
Başarı şansı neredeyse hiç olmayan böyle bir darbenin hiç beklenmeye bir şekilde sonlanmasında, amaca ulaşmasında beş tane önemli etmen görüyoruz:
  1. Kamil Paşa Hükümeti’nin bütün baskı ve yıldırmalarına karşı Teşkilat’ın inancını koruyabilmesi, ayakta kalabilmesi. Dahası fedai ve silahşorlarının Teşkilat’a ölümüne bağlılıkları.
  2. Örgütün lider yapısının kaliteli olması.
  3. Teşkilatının her şeyden önce iktidara gelmeyi istemesi, en zor koşullarda bile amacından sapmaması, dahası lobi faaliyetleri
  4. Baskının çok iyi planlaması, en küçük bir ayrıntının bile göz ardı edilmemesi. Dahası zamanlamanın iyi seçilmesi.
  5. Teşkilat’ın eyleme yığınsal bir görünüm vermesi, kitlelerin psikolojisine hitap edecek hatiplere sahip olması.
Her şeyden de önemlisi, Teşkilat, “Vatanın menfaati uğruna babamı öldürmezsem namerdim!” diyen Yakup Cemil’e sahiptir. En kritik bir zamanda, iradelerin mefluç olduğu anlarda kaç kişi silahına sarılıp, herkesin kabusu bir paşayı bertaraf edebilir ki.
Hakan Er

3 Nisan 2014 Perşembe

TARİHTEN BU GÜNÜMÜZE BAKAN BİR YORUM



İspanyol denizci Hernan Cortes; gemileri ve 500 süvarisi ile Tenochtitlan''Mexicocity'' ye geldiğinde şehirde bir milyona yakın insan yaşıyordu. Burası Aztek imparatorluğunun başkenti idi. Hiç at ve ateşli silah görmemiş Aztekler, onları tanrı sandılar, hürmet gösterdiler. Cortes ise Aztek kralı Montezumayı esir aldı ve bir odaya hapsetti. Odayı altınla doldurmadıkça serbest bırakmayacağını söyledi. Ülkenin her yerinden krallarını kurtarmak için altınlar, mücevherler getirildi. Odanın yarısından fazlası bunlarla doldu. Tatmin olmayan doymak bilmez İspanyollar, şehri yakıp yıktı. Her yeri talan etti. Sonunda da Cortes Montezumayı öldürdü. Koca imparatorluğu darmadağın ettiler. Cortes bunların hepsini 500 süvarisi ile yapmıştı. Amerikaya ayak bastığında hayal bile edemeyeceği bir serveti gördü ama ardında yıkılmış bir uygarlık bırakarak sefalet içinde meksika da öldü. . Aztek hazinesinin ne olduğu da hala bilinmemektedir.
Bazı insanların hayatları, sürekli kazanmaya endeksliymiş gibi görünebilir. Yaşam gibi var olan hiç bir şey sonsuza dek sürmeyecektir. Bir hayatı tüketirken kazanırsın,kaybedersin. Fukara tesellisi bu demeyin, bence yaşarken olduğundan çok, öldükten sonra nasıl anıldığınız önemlidir.

Tahir ÖZCAN   03-04-2014

2 Nisan 2014 Çarşamba

SABAHATTİN ALİ




02/04/1948 de Yazar Sabahattin Ali, Bulgaristan sınırını geçmeye çalışırken, kılavuzu Ali Ertekin tarafından öldürüldü. 28 Aralık'ta tutuklanan Ertekin'in cezası indirime uğradı; aynı yıl çıkan af yasasıyla da serbest bırakıldı.
1907 de doğmuş, Balıkesir Öğretmen Okulunu bitirerek Sabahattin Ali, İstanbul Öğretmen Okulu'nda mezun olmuştu. Yozgat'ta ilkokul öğretmenliği yapmış, Millî Eğitim Bakanlığı'nın açtığı sınavı kazanarak Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştu. Aydın ve sonra Konya ortaokullarında Almanca öğretmenliği yapmıştı.Konya'da bulunduğu sırada, bir arkadaş toplantısında Atatürk'ü yeren bir şiir okuduğu iddiasıyla tutuklanmış (1932), bir yıla mahkûm olarak Konya ve Sinop cezaevlerinde yatmış, Cumhuriyetin onuncu yıldönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşmuştu. Ankara Devlet Konservatuarı'nda Almanca öğretmenliği yapmıştı."İçimizdeki Şeytan" romanı milliyetçi kesimde büyük tepki toplamıştı. Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı hakaret dolu bir yazıya karşılık dava açmış, dava sırasında çok sıkıntı çekmişti. 1944 yılında davayı kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamamıştı. Olaylı duruşmalar sonunda bakanlıkça görevinden alınmış, İstanbul'a giderek gazetecilik yapmaya başlamıştı. Ancak fıkra yazdığı La Turquie ve Yeni Dünya gazeteleri, Tan olayları sırasında tahrip edilince işsiz kalmış, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la Marko Paşa, Malum Paşa, Merhum Paşa, Öküz Paşa gibi siyasal mizah dergilerini çıkarmıştı. (1946 - 1947), Çeşitli dönemlerde bu gazeteler kapatılmış, yazılar ve yazarları hakkında kovuşturmalar açılmıştı. Sabahattin Ali dergilerde çıkan yazılarından dolayı üç ay hapis yatmış, karşılaştığı baskılardan bunalmıştır. Ali Baba dergisinde yayımladığı "Ne Zor Şeymiş" başlıklı yazıda, içinde bulunduğu durumu şöyle anlatmaktadır: "Çalmadan, çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi".Bir başka dava nedeni ile 1948'de Paşakapısı cezaevinde üç ay yatmış, çıktıktan sonra zor günler geçirmeye başlamış, işsiz kalıp, yazacak yer bulamamıştır. Tek parti yönetiminin baskılarından uzaklaşmak için yurt dışına gitmeye karar vermiş ancak kendisine pasaport verilmemiştir. Yasal yollardan yurt dışına çıkma olanağı bulamayınca da Bulgaristan'a kaçmaya karar vermiş, para karşılığı Ali Ertekin adlı bir kaçakçıyla anlaşmıştı. Ordudan atılmış olan bir astsubay olan Ertekin, geçimini yurt dışına adam kaçırmakla sağlamakta, öte yandan Millî Emniyet Hizmeti Riyâseti adına ajanlık yapmaktaydı. Resmi açıklamalara göre Ertekin, "milli hislerini tahrik ettiği için" Sabahattin Ali'yi başına sopa vurarak öldürdü. Cesedin 2 Nisan 1948 tarihinde Bulgaristan sınırında şaibeli bir şekilde bulunmasından sonra, 28 Aralık 1948'de tutuklanan Ertekin, Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılandı. Yaptırımı 18-24 yıl olan adam öldürme suçundan, 15 Ekim 1950'de "milli hisleri tahrik" gerekçesiyle cezası indirilerek 4 yıla hüküm giydi. Ancak yazarın yakın çevresi ise Sabahattin Ali'nin Kırklareli'de Milli Emniyet tarafından sorgulanırken işkence sonucu öldüğü ve Ertekin'in paravan olarak kullanıldığını iddia etse de bu hiçbir zaman kanıtlanamadı.Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf eden ve Milli Emniyet mensubu olduğu iddia edilen Ali Ertekin, dört yıla hüküm giymiş; fakat birkaç hafta sonra çıkartılan aftan yararlanarak serbest kalmıştı.Sabahattin Ali yazı yaşamına şiirle başlamış, hece vezniyle yazdığı ve halk şiirinin açık izleri görülen bu ürünlerini Çağlayan dergisinde yayımlamıştı. Servet-i Fünun, Güneş, Hayat, Meşale gibi dergilerde de yazan Sabahattin Ali, bu arada öykü de yazmaya başlamış, ilk öyküsü "Bir Orman Hikayesi" Resimli Ay'da yayımlanmıştı. Sabahattin Ali, af yasasından yararlanarak hapisten çıktıktan sonra, özellikle Varlık dergisinde yayımladığı "Kanal", "Kırlangıçlar", "Arap Hayri", "Pazarcı", "Kağnı" gibi öyküleriyle dikkati çekmişti. Ezilen insanların acılarını, sömürülmelerini dile getirmiş, aydınlar ve kentlilerin Anadolu insanına karşı takındıkları küçümseyici tavrı eleştirmişti. Kuyucaklı Yusuf romanı, gerçekçi Türk romanının en özgün örneklerinden biriydi. Halk şiirinden esinlenerek yazılmış şiirlerini içeren Dağlar ve Rüzgâr adlı kitabı edebiyat çevrelerinde ilgi uyandırmış Ancak, Sabahattin Ali, bu kitabından sonra şiirle ilgilenmemiş, sadece hikâye ve roman yazmıştır. Sabahattin Ali, Varlık'ta Esirler adlı üç perdelik bir oyun da yazmış , ancak bu türü de bir daha denememiştir. Dağlar ve Rüzgâr, Kurbağanın Serenadı,Öteki Şiirler isimli şiir kitapları, Değirmen, Kağnı,Hanende Melek, Ses,Yeni Dünya,Sırça Köşk, Kamyon, Bir Orman Hikayesi isimli öyküleri, Zanaatkarlar isimli oyunu, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan,Kürk Mantolu Madonna isimli romanları,Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich, Antigone, Sofokles, Minna Von Barnhelm, Lessing, Üç Romantik Hikaye, H. Von Kleist - A.V. Chamisso - E.T.A. Hoffmann, Fontamara, Ignazio Silone, Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel,Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin isimli çevirileri, vardır. Yazıları Markopaşa Yazıları ve Ötekiler, Çakıcı'nın İlk kurşunu, Mahkemelerde, Hep Genç Kalacağım isimli kitaplarda derlenmiştir. "Hapishane Şarkısı V" (Aldırma Gönül - Kerem Güney, Edip Akbayram),"Eşkiya Dünyaya" (Zülfü Livaneli),"Leylim Ley" (Zülfü Livaneli)"Hapishane Şarkısı I" (Göklerde Kartal Gibiydim / Nazlı Yarim - Deniz Akyürek), "Hapishane Şarkısı II" (Bir Yürek Kaldı Avucumunda) (Grup Çağrı) "Hapishane Şarkısı III" (Geçmiyor Günler - Ahmet Kaya), "Çocuklar Gibi" (Sezen Aksu) ,"Kız Kaçıran" (Ahmet Kaya),"Kara Yazı" (Ahmet Kaya), "Melankoli" (Ali Kocatepe, Nükhet Duru), "Eskisi Gibi" (Ben Yine Sana Vurgunum - Ali Kocatepe, Nükhet Duru), "Dağlar" (Benim Meskenim Dağlardır Sadık Gürbüz- Dağlardır DağlarSezen Aksu), "Göklerde Kartal Gibiydim" - Grup Çağrı, Volkan Konak, "Geçmiyor Günler" - Selva Erdener & Turkuvaz Beşlisi, Turgay Erdener tarafından bestelenerek seslendirilmiştir. Atatürk için yazdığı söylenen
baktım, binbir yeşilin içinden,
güneşin rengini veren: sensin, senin aşkın.
şaştım, onca derdin içinde,
ruhuma neşe veren,: sensin, senin aşkın.
baktım uzun uzun aynada kendime,
gördüm, beni ben yapan: senin aşkın!
içtim anıları şöyle bir dün gece,
gördüm benim hikayem: senin aşkın!
baktım, binbir mavi dururken,
boğaza rengini veren: sensin, senin aşkın!
şaştım, onca nefes içinden,
aslıma anlam veren: sensin, senin aşkın! isimli bir şiiri de vardır.
alıntıdır.

Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...