28 Ekim 2015 Çarşamba
KASIMPATI
Kasımpatı tomurcuklanmıştı.
Muhabbetteyiz balkonda.
Söz geldi, kandırma beni dedim,
Boşuna umutlandırma.
Gücendi galiba biraz, boynunu eğdi.
Vallahi açacağım 1 Kasımda dedi.
Bakıştık bir süre sessizce öyle.
Birden doğruldu ve şevkle,
Göreceksin dedi, bekle!
Fırtına da çıksa,
Gövdemi de koparıp atsa,
Bütün tohumlarımı da dökse,
Yine de açacağım.
Yoksa Kasım bitmeyecek.
Tahir ÖZCAN 28 Ekim 2015
23 Ekim 2015 Cuma
1 Kasıma Giderken...
-Kişi başına gelir yıllık 10 bin dolar ama senin cebine giren niye en fazla 3-4 bin?
-Erdoğan Emevi camiinde Cuma namazı kıldıktan sonra ne yapacaktı?
-Sıfırlanan paralar nereden geldi, nereye gitti?
-Diyarbakır da, Suruç ta, Ankara da patlayan bombaların menşei ne?
-Deniz fenerini, 17-25 aralık'ı, Mit tırları'nı, Oslo görüşmeleri'ni soruşturan savcılar neden görevden alındı?
-Ergenekon, Balyoz, Arınç'a suikast gibi düzmece deliller ile açılmış davaları soruşturanlar şimdi nerede?
-Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara son vereceğini söyleyenler, bunca yıldır neden hiç birini sona erdiremediği gibi kat be kat artmasına göz yumdu?
-Baş örtüsü yasağının baş müsebbibi YÖK hala neden var?
-% 10 barajı neden kalkmıyor yada indirilmiyor?
-Özelleştirme adı altında devlet teşebbüsleri toptan elden çıkarılırken neden üretimin önü açılmaz da saman dahi ithal edilir?
-Koalisyonlar istikrarın önünde engel olarak gösterilir ve tek başına iktidarın iktisadi gelişmenin tek çaresi olduğu dayatılır?
-En methedilen tek parti döneminde bile Türkiye ekonomisi Dünyanın 18. ekonomisi olabilmişken( bu gün 19. ve önümüzdeki yıl 20. liğe düşme tehlikesi var), 1995-2000 yıllarında 17. sıraya yükseldiğimiz saklanır?
-Lafa gelince en değerli varlıklarımızın çocuklarımız olduğunu söyleriz de, Diyanet işleri'ne ayrılan hazine payı, niye Milli Eğitim Bakanlığının 5-6 katı diye merak etmeyiz?
-Erdoğan Emevi camiinde Cuma namazı kıldıktan sonra ne yapacaktı?
-Sıfırlanan paralar nereden geldi, nereye gitti?
-Diyarbakır da, Suruç ta, Ankara da patlayan bombaların menşei ne?
-Deniz fenerini, 17-25 aralık'ı, Mit tırları'nı, Oslo görüşmeleri'ni soruşturan savcılar neden görevden alındı?
-Ergenekon, Balyoz, Arınç'a suikast gibi düzmece deliller ile açılmış davaları soruşturanlar şimdi nerede?
-Yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara son vereceğini söyleyenler, bunca yıldır neden hiç birini sona erdiremediği gibi kat be kat artmasına göz yumdu?
-Baş örtüsü yasağının baş müsebbibi YÖK hala neden var?
-% 10 barajı neden kalkmıyor yada indirilmiyor?
-Özelleştirme adı altında devlet teşebbüsleri toptan elden çıkarılırken neden üretimin önü açılmaz da saman dahi ithal edilir?
-Koalisyonlar istikrarın önünde engel olarak gösterilir ve tek başına iktidarın iktisadi gelişmenin tek çaresi olduğu dayatılır?
-En methedilen tek parti döneminde bile Türkiye ekonomisi Dünyanın 18. ekonomisi olabilmişken( bu gün 19. ve önümüzdeki yıl 20. liğe düşme tehlikesi var), 1995-2000 yıllarında 17. sıraya yükseldiğimiz saklanır?
-Lafa gelince en değerli varlıklarımızın çocuklarımız olduğunu söyleriz de, Diyanet işleri'ne ayrılan hazine payı, niye Milli Eğitim Bakanlığının 5-6 katı diye merak etmeyiz?
Despot, Antidemokratik, Otokratik yönetimlerin en sevdiği halk tipi ''az bilen çok inanan''dır.
İnsan gibi yaşamak istiyorsan, insan olmanın gereklerini yerine getir kardeşim.
Sorgula, merak et, araştır, oku, mukayese et, empati yap, hatayı hoş gör ama suçu affetme, İyimser ol ama temkini elden bırakma, Güven ama körü körüne bağlanma, sev ama sonsuz sanma. Ne demiş dede korkut.
''Dinleyin beni bey erenler,
Dünya benim diyenler.
Ecel aldı yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı.
Gelimli gidimli Dünya,
Sonucu ölümlü Dünya.
İnsan gibi yaşamak istiyorsan, insan olmanın gereklerini yerine getir kardeşim.
Sorgula, merak et, araştır, oku, mukayese et, empati yap, hatayı hoş gör ama suçu affetme, İyimser ol ama temkini elden bırakma, Güven ama körü körüne bağlanma, sev ama sonsuz sanma. Ne demiş dede korkut.
''Dinleyin beni bey erenler,
Dünya benim diyenler.
Ecel aldı yer gizledi,
Fani dünya kime kaldı.
Gelimli gidimli Dünya,
Sonucu ölümlü Dünya.
Kime mi diyorum? Onlar kendilerini bilir.
9 Ekim 2015 Cuma
Che’nin intikamını alan kadın: Monika Ertl -Nina Ramon
İntikam için, hiçbir yol uzun değildir…
Hamburg, Almanya, 1 Nisan 1971, sabah 09.40. Derin gök mavisi gözleriyle güzel ve zarif bir kadın, Bolivya konsolosluğuna girer ve hizmet için sabırla beklemeye başlar.
Kabul edilmeyi beklerken ofisi süsleyen tablolara kayıtsızca bakar. Koyu renk, yünlü şık bir takım elbise giyen Bolivya konsolosu Roberto Quintanilla, ofisine girer ve günler öncesinden röportaj talep eden, Avustralyalı olduğunu iddia eden bu kadının güzelliğinden etkilenerek onu selamlar.
Kısacık bir an için yüz yüze gelirler. İntikam, bu çekici kadının yüzünde somutlaşır. Gözlerinin içine dik dik bakar ve konuşmaksızın bir silah çeker, üç el ateş eder. Ne direnme ne karşı koyma ne de mücadele olur. Atış hedefe ulaşır. Kaçarken çantasını, bir peruk, bir Colt Cobra 38 Special marka silah ve “Ya zafer ya ölüm – ELN” yazılı bir kâğıt parçasını ardında bırakır.
Kimdir bu cesur kadın, “Toto” Quintanilla’yı neden öldürür?
Guevarist milisler içinde kendisine, Quechua ve Aymara dilinde, kız-kız arkadaş ya da yerli genç kız (Niña o joven indígena) anlamlarına gelen “İmilla” denilen bir kadın vardır. Gerçek adı: Mónica (Monika) Ertl. Doğuştan Alman. Dünya solu tarafından en nefret edilen kişi Roberto Quintanilla Pereira’yı öldürmek amacı ile kaybın (Che’nin) yaşandığı Bolivya’dan yedi bin millik bir yolculuk yapmıştır.
Ve o tarihten itibaren dünyanın en çok aranan kadını olur. Amerika genelinde gazetelerin ana sayfalarını tekeline alır. Fakat, onun kökeni ve gerekçeleri nelerdi?
Monica’nın, evrensel tarihin en kanlı ve en büyük silahlı çatışması İkinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Nazi rejimi taraftarlarının Güney Amerika’ya kaçışını kolaylaştıran “farelerin yolu” olarak bilinen yoldan, babası Hans Ertl ile Bolivya’ya geliş tarihi 3 Mart 1950’e dönelim.
Monica’nın hikayesi Jürgen Schreiber araştırması aracılığıyla büyük geçişlerle anlatılabilir. Pek çok duygu ve karakter içeren bu sürükleyici tarihi, sizlere sadece bir fırça darbesiyle sunuyorum.
Hans Ertl (Almanya, 1908 – Bolivia, 2000) dağcı, su altı yenilikçi teknikler kâşifi, yazar, kâşif, hayalleri gerçekleştirici, çiftçi, ideoloji dönüştürücü, film yapımcısı, antropolog ve amatör etnograftır. Nazileri öven yönetmen Leni Reifenstal başkanlığında, 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları Katılımcılarının Atletik Becerileri, Vücut Estetiği ve Majesteleri filimlerini çekerken Sosyalist Alman İşçi Partisi liderlerini tasvir ederek çok çabuk şöhret elde eder. Ancak, her ne kadar Führer’in resmi ikonografisi Heinrich Hoffman’ın savunma filosu olsa da, “Adolf Hitler’in fotoğrafçısı” olarak tarihte tanınmama gibi bir talihsizliği olur. Bazı kaynaklar Hans’ın, Afrika-Tobruk yoluyla yapacakları yolculuklarında, “Çöl Tilkisi” lakaplı Erwin Rommel’in, ünlü Mareşal alayının eylem alanlarını belgelemek için atandığını ileri sürerler.
İlginç bir bilgi; Hans, Nazi partisi üyesi değildir ama savaştan nefret etmesine rağmen Aryan zarafeti ve eski kahramanlıklarının sembolü olarak Alman ordusu için Hugo Boss tarafından tasarlanan ceketi gururla taşır. Kendisine “Nazi” denmesinden nefret eder, onların ve Yahudilerin aleyhinde herhangi bir davranışı olmaz. Göründüğü kadarıyla *Schutzstaffel’in başka bir kurbanıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinde Üçüncü Reich’ın çöküşüyle birlikte liderler, çalışanlar ve Nazi rejiminin ortakları, koşulsuz ABD desteği ve kendi hükümetlerinin onayı ile iki Amerika kıtası da dâhil olmak üzere çeşitli ülkelere sığınarak Avrupa adaletinden kaçarlar. Çok sakin bir kişiliği olduğu ve hiç düşmanı olmadığı söylenir. Ailesiyle birlikte ayrılıncaya kadar statüsü için ikincil derecede görevlerde bir süre çalışarak Almanya’da kalmayı tercih eder. İlk önce Şili’ye gider ve diğer projelerden önce Robinson belgeselinin yapıldığı (1950) “büyüleyici kayıp cennet”, Juan Fernandez takımadalarında kalır.
Ertl, uzun bir yolculuktan sonra 1950 yılında Santa Cruz (Bolivya) şehir merkezine 100 kilometre uzaklıkta bulunan Chiquitania’ya yerleşir. Brezilya-Bolivya arasında yoğun ve karmaşık bitki örtüsüne sahip, XV. yüzyılda fethedilen, müreffeh ve bakir topraklara yerleşmek için oraya kadar gider. Üç bin hektarlık bir mülkiyet edinir, yerli malzeme ve kendi elleriyle inşa ettiği “La Dolorida” adlı çiftliği onun son günlerine kadar evi olur.
Bilim adamları ve kaşifler tarafından dağın serserisi diye bilinen adıyla, karısı ve kızlarıyla, yeni bir hayata başladığında Bolivya’nın büyülü çevresini, her şeyi algılayan objektifi ile yakalar ve vizyon çözme hevesi ile ezici doğası gereği omuzlarında geçmişiyle birlikte dolaşır. En büyük çocuğunun ismi Mónica’dır. Sürgüne çıktığında 15 yaşındadır ve onun hikâyesi de burada başlar…
Mónica, çocukluğunu Almanya’da Nazizm’in kargaşa ortamında geçirir. Bolivya’ya göç ettiği zaman babasının sanatını öğrenir ve bu onun daha sonra Bolivyalı belgesel yapımcısı Jorge Ruiz ile çalışmasına yol açar. Hans Bolivya’da birkaç film yapar (Paititi ve Hito Hito) ve fotoğraf tutkusunu Mónica’ya aşılar. Elbette, yedinci sanatın tarihinde, kadın belgesel film yapımcıları arasında, onun öncü olduğunu kolaylıkla iddia edebiliriz.
Mónica, ırkçı ve çok kapalı bir çevrede büyür. Bu çevrede onun severek “Klaus Amca (El tío Klaus)” demeye alışık olduğu başka bir uğursuz karakter sivrilir. O, bir Alman işadamı (1913-1991), (Klaus Barbie takma adıdır). ve Fransa-Lyon’un eski Gestapo şefidir. Daha çok “Lyon Kasabı” olarak tanınır.
Klaus Barbie, Ertl ailesi ile ilgilenmeden önce soyadını “Altmann” olarak değiştirir. Bu adam La Paz’daki şahsiyetlerin dar çevresinde yeterince güven kazanır. Onu bu çevreye tanıtan Monica’nın babası olur ve hatta bir Alman-Yahudi vatandaşı olarak Bolivya’da ilk işini bulur. Güney Amerika diktatörlüklerine danışmanlık yaptığı söylenir.
Bu hikayenin meşhur başkahramanı, La Paz’da başka bir Alman ile evlenir ve kuzey Şili’deki bakır madenlerinde yaşar; on yıl sonra, evliliği başarısız olur ve O ulvi amaçları destekleyen aktif bir politikacıya dönüşür.
Yaşlı işkenceci Nazi kurtları ile çevrili uç bir dünyada yaşadı. Rahatsız edici herhangi bir gösterge ona tuhaf gelmezdi. Fakat Bolivya ormanlarında Arjantinli gerilla Ernesto Che Guevara’nın öldürülmesinin (Ekim 1967) onun idealleri ve son hamlesi için bir anlamı vardı. Mónica – kız kardeşi Beatrice göre –“Che’ye bir Tanrı gibi tapardı”.
Bunu takiben, baba-kız ilişkisi kombinasyon nedeniyle zora girer: bu fanatizm altüst edici ruha bağlandı; gayretli, mücadeleci, idealist, tutumu üreten muhtemelen tetikleyici faktörlerdi. Babası için çok büyük sürpriz oldu ve hiç istemeksizin onu çiflikten attı. Belki de bu meydan okuma Güney Amerika’daki solcuların dolaylı işbirlikçisi ve destekçisi olmak için onda 60’lı yıllarda belli bir ideolojik başkalaşım (metamorfoz) üretmişti.
Beatriz (burada) BBC News için verdiği bir röportajda: “Mónica onun en sevdiği kızıydı. Babam bize karşı çok soğuktu, O sevdiği tek kişi gibi görünüyordu. Babam tecavüz sonucu doğdu, büyükannem ona hiç sevgi göstermedi, onu sonsuza kadar damgaladı.”
Ve altmışlı yılların sonlarında Che Guevara‘nın ölümüyle birlikte her şey değişir. Mónica kökleri ile bağını koparır ve sosyal eşitsizlik nedeniyle kahramanının hayattayken yaptığı gibi, doğrudan milislere katılmak için Ñancahuazú** gerilla koluna iştirak ederek ciddi bir dönüş yapar.
Mónica, Bolivya tepelerindeki bir mülteci kampında “devrimci Imilla” olmak için objektife tutkulu o eski kız olmayı terk eder. Üyelerinin çoğunun yeryüzünde gözden kaybolup gittikleri gibi, onun acısı, ELN için önemli bir faaliyete dönüşen adalet talebi uğruna güce dönüşür.
Kampta kaldığı dört yıl boyunca, babasına sadece yılda bir kez yazar: “Beni merak etmeyin… İyiyim.” Maalesef, ölü ya da diri, onu bir daha hiç göremez.
Böylece, 1971 yılında Atlantik’i geçerek memleketi Almanya’ya döner ve Guevara’ya yapılan son hakaretten; yani Higuera’da kurşuna dizildikten sonra, ellerinin kesilmesinden doğrudan sorumlu olan Bolivya konsolosu Albay Roberto Quintanilla Pereira’yı, Hamburg’da bizzat öldürür.
Bu saygısızlık ile kendi ölüm fermanını imzalar. Ve olaydan sonra, sadık “İmilla” kendine yüksek riskli önemli bir görev önerir: Che Guevara’nın intikamını almaya yemin eder.
O amacını gerçekleştirdikten sonra ülkelere ve denizlere kadar genişleyen bir insan avı başlar. Mónica, bazı güvenilir kaynaklara göre hain “amcası” Klaus Barbie’nin ileri sürdüğü, bir pusuda, 1973 yılında toprağa düşer, sadece ölüsü bulunur.
Kızının ölümünden sonra, Hans Erlt Bolivya’da belgesel filmler çekerek yaşamaya devam eder, İspanya ve Bolivya’da bulunan bazı kurumların yardımıyla bir müzeye dönüştürülen kendi çiftliğinde 92 yaşında (2000 yılında) ölür. Son yıllarındaki sadık arkadaşı eski Alman askeri ceketiyle birlikte buraya gömülür. Mezarı iki çam ağacı ve memleketi Bavyera toprağı arasında durur. Onu hazırlamayı bizzat kendisi üstlenir ve kızı Heidi isteklerini gerçekleştirir.
Hans, Reuters’e verdiği bir röportajda şöyle der: “Ülkeme geri dönmek istemiyorum. Benim olan bu toprakta kalmak, hatta burada ölmek istiyorum.”
La Paz’da bir mezarlıkta, “sembolik olarak” Mónica Ertl’in kalıntılarının dinlendiği söylenir. Aslında, hiçbir zaman onu babasına teslim etmediler. Babanın talepleri olaydan sonra yetkililer tarafından göz ardı edilir. Bunlar (böylesi özel kişiler; ç-n) Bolivya’nın bilinmeyen bir yerine bırakılırlar. Haçsız, isimsiz, rahibin kutsaması olmaksızın toplu bir mezara gömülürler.
Bu kadının hayatının bir dönemi, o yıllardaki faşist sağın söylemiyle, “komünizmin” ve böylece Avrupa’da “terörün” kol gezdiği bir ortamda geçti. Birileri için onun adı görevini gerçekleştiren cesur bir kadın, başkaları için gerilla, katil, belki de terörist olarak bellek bahçelerinde takılı kaldı.
Bana göre, bu kendi zamanının ütopyaları için savaşan bir devrimin kadınsı tarafıdır ve gözlerimizın ışığında bizi bu cümleyi bir kez daha yansıtmaya zorluyor:
“Bir kadının değerini asla küçümsemeyin.”
24 Mart 2013
*Schutzstaffel: Nazi partisinin özel polis gücü.
**Ñancahuazú: Bolivya güneydoğusunda yer alan bir dağ nehri.
[Lamanchaobrera’daki İspanyolca orijinalinden Atiye Parılyıldız tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]
2 Ekim 2015 Cuma
Anneme Mektup
Üç yaşında küçük bir kız çocuğuyken bir sabah anneniz sizi apar topar uyandırıp evden çok uzakta kimsenin olmadığı bir araziye götürüyor. Nemrut suratlı yaşlıca bir kadınla buluşuluyor, kadın pis bohçasından paslı bir jilet ya da kırık cam parçası çıkarıyor. Anneniz bacaklarınızı ayırıyor ve sünnetçi kadın klitorisinizi kesip, sadece çişinizi yapabileceğiniz şekilde bir açıklık bırakarak vajinanızı boydan boya hasır bir iple dikiyor. Şanslıysanız, hayatta kalıyorsunuz. Eğer değilseniz kan kaybı veya enfeksiyondan ölüyorsunuz.
Afrika’da kadın olmak için bir bedel ödemeniz gerekiyor. Hiçbir şeyden haberinizin olmadığı ve savanlarda hayvanlarla oynayarak geçirdiğiniz mutlu çocukluğunuzun ortasında sizi hiç istemeyeceğiniz bir acıya ve hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız bir yaraya mahkum ediyorlar. Kadın(!) olmak için kadınlığınız elinizden alınıyor.
Afrika’da ve bazı Ortadoğu ülkelerinde her yıl 3 ila 12 yaş arasında milyonlarca küçük kız çocuğu bu vahşete maruz kalıyor. Genel olarak müslüman Afrika ülkelerinde gözlemlenen bu ritüel, kızlıktan kadınlığa geçmenin ve gerçek bir kadın olmanın değişmez şartı. Erkek egemen toplumun dayattığı, fakat kadınlar arasında sessiz sedasız halledilen bir pratik.
Sünnetli kadınlar, hayatları boyunca regl dönemlerinde ve cinsel ilişki sırasında dayanılmaz ağrılar çekiyor. Sünnetsiz kadınlar ise kabilelerine ve soyadlarına ihanet etmiş sayılıyor, dolayısıyla aile tarafından reddediliyorlar. Hayat kadını veya fahişe statüsünde kabul edildikleri için asla evlenemiyor ve her türlü sosyal grubun dışında kalıyorlar. Bu duruma düşmekten ve ‘kirli’ adledilmektense yüzyıllardır anneler, kendi elleriyle küçük kızlarının çığlıklarını duymazdan gelerek onları sünnet ettiriyor. İffetli birer kadın olabilmeleri için..
Peki kadınların sünnet edilmesinin geleneksel nedenlerinin yanında sosyolojik sebepleri de yok mu? Tabii ki var. Sünnetli kadınlar, klitorisleri olmadığı için hiçbir zaman haz duyamıyor. Bu da kadını cinsel açıdan nötralize ediyor ve sadece bebek yapan bir makinaya dönüştürüyor. Ayrıca dikişi genişlememiş veya açılmamış kadının bekareti, dışarıdan bakıldığında kolayca anlaşılıyor. Dolayısıyla bu ritüelin, bir nevi ‘bekaret kontrol mekanizması’ olduğu da söylenilebilir. Yani Türkiye’deki gibi işi şansa bırakmamışlar. Belki kızlık zarı geridedir, esnektir, doğuştan yoktur gibi durumları düşünmelerine gerek bile yok. Kadın dikiliyse, tamamdır.
İlk sünnet vakasının milattan önce Mısır’da bir mumya üzerinde gözlemlenmiş olması, geleneğin ne kadar uzun süredir devam ettiğini kanıtlıyor. Yüzyıllardır var olan bu geleneğin İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını söyleyen din adamlarına rağmen, her gün 8 bin kız çocuğu sünnet ediliyor.
Afrika’da kadın olmak için bir bedel ödemeniz gerekiyor. Hiçbir şeyden haberinizin olmadığı ve savanlarda hayvanlarla oynayarak geçirdiğiniz mutlu çocukluğunuzun ortasında sizi hiç istemeyeceğiniz bir acıya ve hayatınızın sonuna kadar taşıyacağınız bir yaraya mahkum ediyorlar. Kadın(!) olmak için kadınlığınız elinizden alınıyor.
Afrika’da ve bazı Ortadoğu ülkelerinde her yıl 3 ila 12 yaş arasında milyonlarca küçük kız çocuğu bu vahşete maruz kalıyor. Genel olarak müslüman Afrika ülkelerinde gözlemlenen bu ritüel, kızlıktan kadınlığa geçmenin ve gerçek bir kadın olmanın değişmez şartı. Erkek egemen toplumun dayattığı, fakat kadınlar arasında sessiz sedasız halledilen bir pratik.
Sünnetli kadınlar, hayatları boyunca regl dönemlerinde ve cinsel ilişki sırasında dayanılmaz ağrılar çekiyor. Sünnetsiz kadınlar ise kabilelerine ve soyadlarına ihanet etmiş sayılıyor, dolayısıyla aile tarafından reddediliyorlar. Hayat kadını veya fahişe statüsünde kabul edildikleri için asla evlenemiyor ve her türlü sosyal grubun dışında kalıyorlar. Bu duruma düşmekten ve ‘kirli’ adledilmektense yüzyıllardır anneler, kendi elleriyle küçük kızlarının çığlıklarını duymazdan gelerek onları sünnet ettiriyor. İffetli birer kadın olabilmeleri için..
Peki kadınların sünnet edilmesinin geleneksel nedenlerinin yanında sosyolojik sebepleri de yok mu? Tabii ki var. Sünnetli kadınlar, klitorisleri olmadığı için hiçbir zaman haz duyamıyor. Bu da kadını cinsel açıdan nötralize ediyor ve sadece bebek yapan bir makinaya dönüştürüyor. Ayrıca dikişi genişlememiş veya açılmamış kadının bekareti, dışarıdan bakıldığında kolayca anlaşılıyor. Dolayısıyla bu ritüelin, bir nevi ‘bekaret kontrol mekanizması’ olduğu da söylenilebilir. Yani Türkiye’deki gibi işi şansa bırakmamışlar. Belki kızlık zarı geridedir, esnektir, doğuştan yoktur gibi durumları düşünmelerine gerek bile yok. Kadın dikiliyse, tamamdır.
İlk sünnet vakasının milattan önce Mısır’da bir mumya üzerinde gözlemlenmiş olması, geleneğin ne kadar uzun süredir devam ettiğini kanıtlıyor. Yüzyıllardır var olan bu geleneğin İslam’la hiçbir ilgisinin olmadığını söyleyen din adamlarına rağmen, her gün 8 bin kız çocuğu sünnet ediliyor.
Waris Dirie, o kızlardan sadece bir tanesiydi. Somalili Waris, 4 yaşında sünnet edildi ve hayatta kaldı; fakat küçük kız kardeşi onun kadar şanslı değildi. 12 yaşında babası tarafından 3 deve karşılığında 65 yaşında bir adamla evlendirilmek istenince annesinin yardımıyla evden kaçtı. Günlerce yürüdü, çölü aştı ve Somali’nin başkenti Mogadişu’ya ulaştı. Mogadişu’daki akrabaları sayesinde Somali Büyükelçiliği’nde temizlikçi olarak çalışmak üzere İngiltere’ye gitti. Orada çok ünlü bir fotoğrafçı tarafından keşfedilen Waris Dirie, başarılı bir top model oldu fakat içine girdiği görkemli ve parlak hayat mutsuzluğunu gizleyemedi. Waris, artık ‘Afrika’nın çölünden Paris podyumlarına’ başlıklı röportajlar vermek istemiyordu. Anlatmak istiyordu, kadın sünnetinden bahsetmek, tüm dünyaya haykırmak ve bununla savaşmak istiyordu. Bir gün gazeteye verdiği bir röportajda başına gelenleri anlattı. Basında çok büyük yankı uyandıran röportaj sayesinde herkesin Waris’in ve milyonlarca Afrikalı kadının maruz kaldığı bu vahşetten haberi oldu. Daha sonra Waris, kadın sünnetine karşı verdiği mücadeleye odaklanmak istediğini açıklayarak modelliği bıraktı. 1997 yılında BM tarafından Kadın Sünneti Özel Elçisi olarak seçildi. 2002 yılında Desert Flower Foundation’ı (Çöl Çiçeği Vakfı) kurdu. Waris Dirie’nin aynı zamanda kendi yaşam öyküsünü anlattığı 3 kitabı ve bir de Çöl Çiçeği adlı kitabından uyarlanmış, aynı adı taşıyan bir filmi var.
‘’ ..Kadın sünneti bir kültür değildir, kadın sünnetinin dinle bir ilgisi yoktur. Bu durum değişmelidir ve değişim bizim ellerimizdedir. Afrika’nın liderleri, çocuklarınız ağlarken siz neredesiniz? .. Afrika Ana sen bize onca varlık, onca doğal zenginlik ve güzellik verdin. Senin gücün ve güzelliğin sonsuza dek yaşayacak. İnsanlar seni hem iyiye hem kötüye kullandı. Senin gibi bir yer daha yok; ama Afrika’nın yeni bir ruha ihtiyacı var. Benim bir hayalim var. Savaşıp birbirimizi öldürmediğimiz, dayanışma içinde birbirimize destek olduğumuz bir Afrika hayal ediyorum. Kadınların erkeklerle eşit muamele gördüğü bir Afrika hayal ediyorum..’’
– Waris Dirie
‘’ ..Kadın sünneti bir kültür değildir, kadın sünnetinin dinle bir ilgisi yoktur. Bu durum değişmelidir ve değişim bizim ellerimizdedir. Afrika’nın liderleri, çocuklarınız ağlarken siz neredesiniz? .. Afrika Ana sen bize onca varlık, onca doğal zenginlik ve güzellik verdin. Senin gücün ve güzelliğin sonsuza dek yaşayacak. İnsanlar seni hem iyiye hem kötüye kullandı. Senin gibi bir yer daha yok; ama Afrika’nın yeni bir ruha ihtiyacı var. Benim bir hayalim var. Savaşıp birbirimizi öldürmediğimiz, dayanışma içinde birbirimize destek olduğumuz bir Afrika hayal ediyorum. Kadınların erkeklerle eşit muamele gördüğü bir Afrika hayal ediyorum..’’
– Waris Dirie
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Öne Çıkan Yayın
MAGNUM
Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...