14 Aralık 2017 Perşembe

MÜFLİS


Susuyorsam asaletim den yoksa...
Cevap vermiyorum çünkü korkuyorum
Senden değil seviyene inmekten...
Elimi uzatacağım ama seni kaldırmak için
Acıdığımdan değil, utandığımdan...
Sana nasıl inandım, insan sandım
Yok tutamıyorum kusacağım...
Elimi yüzümü yıkayıp gidiyorum
Aralık 2017

5 Aralık 2017 Salı

OTOMOBİL UÇAR GİDER

yerli otomobil ile ilgili görsel sonucu



15 Temmuz kalkışmasından sonraki sürecin en hayırlı sonuçları, neo liberalizmin ve emperyalist dayatmaların karşısında ciddi kıpırdanmaların başlaması. İthalata dayalı ticaret ile üretimin önünü kapatan politikalardan kurtulma fikrinin yüksek sesle söylenmeye başlamasıdır bence. Tabi bu analizim sağcı ve liberal kanatta oluşan hava için geçerli. Sol ve sosyalist kanat ezelden beridir emperyalizm karşıtıdır zaten.
Bu  hava ile yaratılan son gündemlerden biri de yerli ve milli otomobil üretilmesi çalışmaları. Aslında bu yerli ve milli marka yaratma çabası ta Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar gider. Benim yaşıtlarım ilkokul sıralarındayken ‘’yerli malı haftası’’ ile bunun yansımalarını yaşamışlardı. Neydi sloganı? ‘’yerli malı yurdun malı, herkes onu kullanmalı’’ .
Cumhuriyet’in ilk kadroları kıt kaynakları ile bu yolda cesur adımlar atmışlardı. Kurulan fabrikalar, meslek okulları, üniversiteler. Parlak gençleri yurt dışındaki önemli eğitim merkezlerine göndererek ve Avrupa’daki faşizmden kaçan bilim insanlarına kucak açılarak oluşturulan eğitimli insan gücü. Toprak reformu , Köy Enstitüleri ve kooperatifler. Neticede çok parlak sonuçlar elde edildi. Türkiye Cumhuriyeti tüm dünyada hayretle izlenen ve saygı uyandıran bir büyüme sergiliyordu. Demir yollarının geliştirilmesini lokomotif ve vagon fabrikası izledi. Daha sonra tersaneleri asfalt yolları gördü insanlar. Kendi rafinerimiz, kağıt fabrikamız oldu. Onları barajlar köprüler izledi. Arada kendi uçağımızı yaptık. Biraz yakın tarih meraklıları ‘’Devrim Arabaları’nın” macerasını bilir mesela. Gölcük donanmasını ve askeri tersaneyi ise neredeyse herkes.
Çok partili dönem ülkeye liberal politikaları getirdi. O politikalar  da‘’Batı’’ya ve tabi ABD ye yakınlaşmayı. Bu yakınlaşma Komünizm karşıtlığı ile daha da batıcı politikaların etkisi altında kalınması sonucunu doğurdu. O kadar ki Kore’ye asker bile yolladık. Sonunda da ‘’NATO’’ üyesi olduk. Artık ülke savunmamızı da batıya entegre etmiştik. Ordumuzun ihtiyaçlarını da ağırlıklı olarak oradan karşılar olmuştuk. Savunma ve silah sanayisinin endüstriyel gelişmenin lokomotifi olduğu düşünülürse, yerli sanayimize vurulan sekte daha iyi anlaşılabilir. Siyasi eğilimdeki bu değişim (batıya yakınlaşma ve doğudan uzaklaşma) sosyal hayattan ekonomik  yapıya ülkeyi değiştirip dönüştürmeye başladı. Batı güdümlü politikalar, üreten ve ürettiğini tüketmeye çalışan, yani ayağını yorganına göre uzatmaya çalışan ülkeyi batının pazarı haline getirdi. Artık üretmekten çok ithal eder olduk. O kadar ki istihbaratı bile. Ülke süper devletlerin (bilhassa da Amerika’nın) oyun alanına döndü. Geliştirmeye çalıştığımız ekonomimiz, oturtmaya çalıştığımız demokrasimiz bir türlü rayına oturamadı. İstikrarsız ve dışa bağımlı bir ülke olup çıktık. Sonuç: sonucunda da kurtarmak için asker gönderdiğimiz Kore’nin bile çok gerisinde kalan bir ülke haline geldik. Bu gün ekonomik büyüklükte bizi katlıyorlar. Uluslararası marka değeri yaratmada ise uzak ara ilerideler.
Bunca hikayeyi niye anlattım peki. Yerli otomobilden buraya nasıl geldik? Ne der atalarımız hazıra dağ dayanmaz. Aklımız ancak başımıza geldi sanırım. Ama epeyi geç oldu. Değirmenin altından çok sular aktı. Dünyadaki geçerli durum artık çok farklı. Global hiçbir marka ürettiği ürünün %100 ünü kendisi yapmıyor. Sebebi ise gayet basit. Hem ekonomik değil hem de teknoloji o kadar hızla gelişiyor ki her şeyi yapmaya kalkan zaman ve para kaybediyor, geri kalıyor. Dolayısı ile yatırımları getiriye çeviremeden çöpe gidiyor. Yani yine sebep paraya dayanıyor.
Kendi otomobilini üretmek elbette ülke imajı ve tutulan yolun sembolü olması açısından önemlidir. Ancak mevcut dünya düzeninde bir marka değeri yaratılabileceğinden şüpheliyim.  Amaç ticari değer üretmekse kanımca Türkiye’nin daha büyük hedefler koyması gerekiyor. ‘’MİLGEM’’ milli gemi projesi, ‘’ALTAY’’ milli tank projesi ya da ‘’ATAK’’ helikopter yapma çabaları;  ordu donanımında, savunma gücümüzü bağımsız kılmak adına olumlu gelişmeler. Fakat yeterli değil. Kendi uydumuzu kendi roketimiz ile yörüngeye atabilmek. Kendi yolcu uçağımızı uçurabiliyor olmak. Alternatif enerji kaynaklarından daha iyi yararlanabileceğimiz teknolojiler geliştirmek. Bilişim sektöründe dünyada kabul gören bir ülke olmak. Bunları da toplumsal hayata katabilmek asıl hedef olmalı. Bunun için en büyük adım ise eğitim ile atılabilir. Tıpkı Cumhuriyetimizin ilk yıllarında olduğu gibi. Buna güncel jargonla ‘’Kuruluş ayarlarına geri dönmek’’ diyoruz. Yerli otomobil filan o kadar büyütülecek bir şey değil yani. Tarımı, hayvancılığı canlandırmak büyük ticari gelir getirmez belki. Kendini doyuran bir ülke olmak ise çok önemli. Doğal kaynakları sınırlı bir ülkeyiz sonuçta. Ama onları efektif olarak kullana biliriz. Bunun örnekleri çok yeryüzünde. Çalışmak ve üretmek gerek. Sözün özü: Sonsuz esin kaynağımız, Kurucu önderimiz  M. Kemal Atatürk’ün de dediği gibi  ‘’Çalışmadan ve üretmeden rahat yaşamak isteye toplumlar; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonrada istiklal ve istikballerini kaybetmeye mahkumdurlar’’. Yine onun sözüyle ‘’İstikbal göklerdedir’’. Bence de öyle.


Tahir ÖZCAN  02/11/2017

15 Ekim 2017 Pazar

SONBAHAR






Ufukta uzaklaşan, küçülüp giden tekneler gibi.

Bulutları yapağı topakları misali savurup giden uçaklar gibi.

Ardına bakmadan akıyor zaman, geçiyor ömür.

Sararmaya başladı yapraklar, göçebe kuşlar çoktan gitti.

Yağmurlu sokaklarıyla serin ve lirik.

Erkenden gelen uzun geceleriyle duygusal.

Bohem rüzgarlarıyla romantiktir hazan.

Ayaklarımın çekemediği yükle, saçlarımdaki akla birlikte,

Bedenime, ruhuma, kendi hayatıma da geldi sonbahar.

Sitem etmiyorum, evet bu benim mevsimim.

Olabildiğince keyfini sürmektir sadece niyetim.



Tahir ÖZCAN Ekim 2017

5 Ekim 2017 Perşembe

Doğrular gerçek mi, gerçekler doğru mu?


İnsanlar genellikle inandıkları şeylerin doğru olduğunu kabul ederler. Bu kabuller arttıkça da gerçeklerden uzaklaşırlar. Araştırmalar göstermiştir ki; eğitim düzeyi düştükçe bu eğilim artıyor ve yanlışlara boğulan bir sosyal yapı oluşuyor. Maalesef bu durum yurdum insanı için de geçerli.  Hatta bizzat yaşadıklarımız durumun ta kendisi…
Çoğu insan okulun öğrenilmesi gereken her şeyi öğrettiğini zanneder. Oysa, üniversiteler de dahil okullarda yapılan şey, öğrenmenin yollarını göstermektir. Çünkü kişi kendisi istemedikçe hiç bir şey öğrenemez. Merak, şüphe, anlama isteği gibi arzular, yani diğer bir deyişle sorgulamak, öğrenme eyleminin yapı taşlarını oluşturur.
İster ideolojik, dinsel, bilimsel, ister felsefi olsun, bence kesinlik taşıyan doğrular, öğrenmenin ve dolayısıyla ilerlemenin önündeki engellerdir. Gerçek ile doğrunun tam da ayrıldığı nokta dogmadır.  Dogma: doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen, olduğu gibi benimsenen ve bir öğretinin ya da ülkünün dayanağı yapılan savdır. Yani dogma bilimsel düşüncenin  tam da karşıtıdır. Çünkü, bilimle yan yana gelemeyecek şey, kesin kabuldür.
Birçok tanımı bulunan bilimin günümüzdeki tariflerinden biri bilimin, gözlem ve deneyle yanlışlanabilen bilgi ve bulgular bütünü olmasıdır. Bilimin bakış açısıyla dünya ve evrenin varlığı bir gerçektir. Tıpkı yaşam ve ölüm gibi… Diğer yandan bilimsel bakış açısına göre tek bir doğru olamaz. Örneğin, su iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşur. Bu bilimsel tanım bugün için doğrudur. Yarın bir bilim insanı yeni bir madde keşfeder ve hidrojenle oksijenin arasında bu maddenin yer aldığını ispatlarsa günümüzdeki bu doğruyu yanlışlanmış olur. Bu durum suyun güncel olan en doğru tanımı olarak o tarihteki literatürde yerini alır.
Herkesin bilim adamı olması ya da her bireyin bilimsel düşünceyi yaşamının her anında var etmesi mümkün değil. Ancak eğitimin gösterdiği yolda  sorgulayarak, araştırarak merak ederek bilimsel düşünce farkında bile olmadan hayatımızın içinde olabilir.
Oysa, bizim insanlarımız (aslında dünyanın geneli için de aynıdır) bilimsel düşünceden uzak, algı mekanizmaları üzerine kurulu siyasetin hakim olduğu yönlendirmelerle yaşıyor. Algı operasyonu ile, kurgulanmış senaryolara inanıp onları gerçek kabul ediyor. Bu şekilde eğitiliyor, yönlendiriliyor, yaşatılıyor, hatta öldürülüyor ve bazen de birbirini öldürmesi sağlanıyor.
Gerçek ve doğruyu vurucu bir örnekle tekrar anlatmak istiyorum.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideri M. Kemal Atatürk’ü 1 Kasım 1938 yılında kaybettik. Artık Atatürk yok ve bu bir gerçek. Öğrenciliğim yıllarında (1980/1990) çok daha öncesinden başlayan bir algı operasyonu ile Mustafa Kemal’in sirozdan öldüğü öğretildi bize. Karaciğerde oluşan ve organı tahrip eden bir hastalık olan siroz. Toplumumuzda alkol ve sigara kullananlarda meydana geldiği kabul edilen bir hastalık .  Ama tek sebebi alkol ve sigara değil. Aslında hepatit mikrobu taşıyanların siroz olma ihtimali daha yüksek. Dedim ya algı operasyonu. Sonuçta biz bunu doğru kabul ederek yetiştik, büyüdük.
Artık Mustafa Kemal’in Trablusgarp savaşı sırasında sıtma tedavisi gördüğü ve aşırı kinin sebebiyle karaciğerinde hasar oluştuğu tıbbi ve askeri kaynakların, tarihçilerin yardımı ile biliniyor. Ne oldu yani, siroz ile ilgili bildiğimiz doğrular değişti. Ancak hala Atatürk’ün aşırı alkol tüketimine bağlı sirozdan öldüğüne inanan bir sürü insan var bu ülkede. Gerçek olmamasına, ya da olmama ihtimaline  rağmen. Kimleri inanmak istediğine ya da işine gelene inanır. Kimileri de inanıyor görünür.…
Varoluşundan bu yana kaydettiği ilerleme ile gelişen insanlık,  gerçeği arama serüvenine devam ediyor. Bu yolda doğruları da var, yanlışları da var elbette. Bir gerçek daha var ki, mutlak doğruları en aza indirgeyebilmiş toplumlar, yani sorgulayan ve araştıranlar, zaman içerisinde daha hızlı gelişmiş ve aşama kaydetmiştir. Tarihçiliğin bilim olup olmadığı bilim çevrelerinde hala tartışılırken, tarihi süreç bize bunu göstermektedir.


Tahir ÖZCAN  01/10/2017

30 Eylül 2017 Cumartesi

46

46

Mutluluk uğruyorsa sana zaman zaman

Sevgi nefrete baskın çıkıyorsa kalbinde

Paylaşabiliyorsan biriktirdiklerini

Ayakların taşıyorsa seni hala

Hüzünlenebildiğin kadar da gülebiliyorsan

Aklın ve hatıraların yerli yerindeyse

Tat alabiliyorsan güzelliklerinden dünyanın

Hatırı varsa komşunun, köşedeki bakkalın

Sokak kedisinin, saksıdaki çiçeğin

Yağmurun, güneşin, rüzgarın

Denizdeki balığın ve masadaki rakının

Hele sirayet edebiliyorsan gönüllere

Ne kadar nefes aldığının ne önemi var

Gerçekten yaşıyorsundur işte o zaman


Ben 30 Eylül 2017

1 Eylül 2017 Cuma

BARIŞ

İlgili resim
Dünya ''BARIŞ'' günü bu gün
Kendinle barış önce
Sonra küstüklerinle
Silahların susması değildir sadece
Vicdanların konuşmasıdır barış
Bütün canlıların bayramı
Kurban bayramıyla kesişti bu yıl
Manidar oldu
Bir iç huzuru halidir
Bütün ilahi dinlerin
Bütün ideolojilerin ilk nasihati
Son hatırlanan öğretisidir
Yaşamını cennette geçirmek için
Doğanın kanunu var ya hani
Onun ilk maddesidir
BARIŞ

6 Ağustos 2017 Pazar

Hep o ses


Bir ses geldi yine
İstersen ilahi de
Yok öyle gökten değil
İçerden...
Susma dedi
Söv, kus içini
Ana avrat ne gelirse
Dökül...
Kalırsa ifrazat yapar.
Tahir Özcan Ağustos 2017

29 Haziran 2017 Perşembe

28 Haziran


Rauf’un babası yedi yaşında gelmişti bu topraklara. 
Rus harbinden sonra.  
Göçmendi yani, vatansızlık nedir bilirdi, çok dinlemişti. 
Bu toprakları vatan bellemişti.
Cuma günü camide genç hoca, Milli Mücadele’den bahsetmişti. 
İşgalci zulmünden, vatan savunmasından. 
Eli silah tutan herkese ihtiyaç var demişti. 
***
Yunan İzmir'e çıkmış. 
İstanbul İngiliz'in işgali altında. 
Kuvayi Milliye diye bir grup mücadele edermiş Yunan’la. 
Rauf bunları daha önce de duymuştu. 
Sapancalı Hakkı’yı tanımış, İzmitli Mümtaz'ın namını işitmişti. 
Yahya Kaptan diye biri teknesi ile silah taşıyor Anadolu'ya diyorlardı. Bazı yaşlılar ise pek hoşlanmamışlardı genç hocanın bu hutbesinden. Bilhassa eski hoca ve müezzini.  
Ama memleket kaynıyordu.
***
İyi ata binerdi Rauf. 
Dört nala koşan atın üzerinden eğilip yerdeki mendili alırdı. 
Yeni de evliydi. 
Karnı burnumdaydı Hatice’nin, kendisi de daha 17 yaşında. 
Camiden eve dönerken kararını vermişti. 
Sabah sarı atına atladı, Afyon'a doğru yola koyuldu. 
Çok geçmedi aradan İngiliz askeri köye girdi. 
Ev ev dolaşıp topladılar ahaliyi. 
Rauf'un ailesini de aldılar. 
Her şeyden haberleri vardı sanki. 
***
Annesi, karısı, çocukları, komşular.  
Hiç kimseyi bırakmadılar. 
Hepsini meydanda topladılar. 
Rauf'un annesi cebinden bir kağıt çıkarttı. 
Aylar önce gelen İngiliz birliğinin subaylarından biri vermişti. Konuşabildiği birisine rastlamak hoşuna gitmişti adamın.  
Kalabalığı tek tek sorgulayan subaya uzattı kağıdı yaşlı kadın. 
Subay siz ayrılın sıradan dedi, çocuklarını da al. 
Gelinini ve ona emanet uzaktan akrabasının yetimlerini de aldı çıktı kalabalıktan. 
Kalanların hepsini kurşuna dizdiler.
*** 
Rauf, İzmir'e giren süvarilerin arasındaydı.  
Dört yıl sonra döndü evine, göğsünde İstiklal Madalyası ile. 
İzmirli Hristiyanlar kilisedeki mumları kendileri söndürmezmiş. Müslümanlara söndürtürlermiş. 
Ben de çok mum söndürdüm diye anlatırdı gülerek. 
Değirmencilik, çiftçilik yaptı ömrü boyunca. 
Gazi maaşını almaya şehre inerdi, eve gelinceye kadar hepsini dağıtırdı. 
***
Yemedi hiç devlet parası. 
Yıllar sonra aldığı yaşlılık maaşını da torunlarına harcadı. 
Kızına hamileyken bırakıp karısını Milli Mücadele'ye gitmişti. 
Daha sonra dört oğlu oldu. 
Madalyasını hiç takmadı, hep sakladı sofadaki konsolun çekmecesinde.  
Serkisof köstekli saati ile aynı yerde. 
***
İşte Cumhuriyet Türkiyesi ile son bulan savaş böyle kazanıldı. 
Ne demişti Mustafa Kemal. Torosları işaret ederek: ‘’O yaylalarda bir duman tütüyorsa, hala umut vardır.’’ 
Toroslar'ın Samanlı Dağları’nda ki yansımasıydı bu hikaye. 
Bolu Dağı’nda, Kazdağları’nda, Ilgaz'da,  Erciyes'te, Bey Dağları’nda ne hikayeler vardı daha. 
Kurtuluş hikayeleri, İstiklal Savaşı hikayeleri. 
Unutmamak. unutturmamak gereken hikayeler.

18 Haziran 2017 Pazar

BABA

















Genellikle ağızdan çıkan ilk ses,
Ömür boyu seni izleyen göz,
Seni sen yaparken hayat,
Pekte aldırmadığımız sözdür.
Geç kalmış yoğun duygular,
İçindeki gerçek öz,
Korkuyla karışık sevgi ve saygı,
Gittiğinde yaşadığın kaygıdır.
Koklamaya doyamadığın koku,
Güvenebileceğin dağ,
Bire bin veren bağ,
Hep döndüğün otağ dır.
Gerçek bir hazine gibi sakla,
Her gördüğünde kucakla,
Aldığın hediye değil beklediği,
Gülümsemen ve seslenmen,
Babacığım, babam, baba.

T. Özcan Haziran 2017

4 Haziran 2017 Pazar

MAY














MAY

Mayıs ayı’nın ismi (May)  Roma mitolojisinde bahar-bereket tanrıçası olan Miai'den gelir. Bu ayda Miai için şenlikler düzenlenirmiş ve Miai'nin bayramı kutlanırmış. Aynı zamanda birçok tarihsel olayların cereyan ettiği bir ay. Ülkemiz hatta yakın geçmişimiz için de, şehrimiz için de geçerli bu söylediğim. İnsanların kendi icat ettikleri takvimin bazı günlerine kutsiyet ve önem arz etmelerini hiç anlamamışımdır.
Toplumlar yaşadıkları önemli olayların yıldönümlerini anmayı kutlamayı gelenek haline getirmişler. Hemen ayın başında “1 Mayıs” çalışan emekçilerin bayramını kutlarız. Ayın ilk haftası kadim bir gelenek olan “Hıdırellez’i’’ kutlarız. Ayrıca 6 Mayıs üç fidanın idam edildiği tarihtir. Mayıs’ın 19’unda da Mustafa Kemal’in Samsun’a çıktığı ve milli mücadeleyi başlattığı günü de “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutluyoruz. Mayıs ayının 27’ si ise darbe ile hatırlanır. Sonrasında yapılan Anayasa halen birçok kesim tarafından Türkiye’nin en özgürlükçü Anayasası kabul edilir. 80 ihtilali ile rafa kalktı ve bu günün bayram olarak kutlanmasından vazgeçildi.
Ben de, Mayıs ayında yaşanmış birbirleriyle ilintili tarihi ve anı değeri olan, bizi geçmişe götürecek enteresan bir paylaşım yapmak istiyorum. İsmet Paşa Stadından, üç fidana bağlanan ilginç bir hikaye…
Kocaelispor’un başarılarına ev sahipliği yapan kentin önemli değeri İsmet Paşa stadını bilmeyen yoktur.
Kocaelispor Kulübü, bilhassa futbol takımı şehrimiz için çok önem arz eder. Gençlerimiz ve yetişkinlerimiz için gurur ve motivasyon kaynağıdır. Geçmişte süper ligde gururumuz olmuş, kupalar almış, şampiyonluğu kovalamış, bizi heyecanlandırmıştı. Bunda seyircimizin ve iç saha maçlarını oynadığı İsmet Paşa stadının atmosferinin önemi çoktur. Büyük takımların çekinerek geldiği, çoğunlukla da üzülerek döndüğü bir deplasman olmuştur hep. Sonra politik, ekonomik ve idari sebeplerden Kocaelispor amatör lige kadar düştü. Bir süre yerinde saydıktan sonra sevgili Bahri Yavuz’un başkanlığı ile yeni bir ruh yakaladık ve kulüp yükselmeye başladı. İkinci lige çıkmak için final mücadelesi verdiyse de bu defa şansı yaver gitmedi. Bir dahaki sefere başkanın ve ekibinin inadı sabrı ve dirayeti ile yarım kalan işini tamamlayacağına eminim.
Kocaelispor bu mücadeleyi verirken İsmet Paşa Stadı da sporseverlere son kez ev sahipliğini yaptı. Rezidans ve konut yapılmak üzere toplu konut idaresine devredilen İsmet Paşa Stadı, kentteki anı değeri olan birçok şey gibi, birçok Cumhuriyet dönemi kazanımı gibi yok olmak üzere…
1970 den önce inşaatına başlanan stad 76 da tamamlandı ve bundan 39 yıl önce 1978 yılında hizmete açılmıştı. İnşaatın müteahhitliğini ”Çorapçı Kadir” olarak bilinen Kadir Yenigün yapmıştı. Mimarı ise Bağcan Beydi (soy ismini teyit edemedim). Tarihsel açıdan asıl önemi ise stadın inşaatında çalışan kişiler. Üç fidan olarak anılan üç kişiden Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan kısa süre de olsa bu inşaatta çalışmışlar. 18 Eylül 1970 de hapisten çıktıktan sonra askere çağırıldı ama gitmedi. Kafasında başka planlar vardı. Öğrenci eylemlerini bırakmış, mücadelelerini başka alanlarda yapmaya karar vermişlerdi. Asker kaçağı olduğu için sürekli yer değiştiriyorlardı. İstanbul’dan Ankara ya geçmeye karar vermişlerdi. İzmit’e gelmişler ve stadın inşaatında çalışmaya başlamışlardı. Yine inşaatta çalışan Sami ustanın anlatmasına göre,  bir gece onları stada almayan şantiye bekçisini hırpalamışlardı. Sabit bir yerde kalamadıkları için gece inşaatta kalmaya karar vermişlerdi ama bekçi onları tanımadığı için şantiyeye almak istememişti. Bekçi’nin şikayeti üzerine kaçmak zorunda kalmışlardı. Bir sonraki durakları Ankara’ydı. Hüseyin İnan ile buluştular, THKO nu kurdular ve orada yakalandılar. Çıkarıldıkları mahkemece idamlarına karar verilmişti. Onları idamdan kurtarmak isteyen Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü ve arkadaşları, NATO dinlenme üssündeki İngiliz görevlileri kaçırmak üzere Fatsa da toplandılar. Amaçlarını gerçekleştiremediler ve Kürkçü hariç hepsi öldü. Sevenleri de sevmeyenleri de kabul edecektir ki artık ölümsüz birer efsane oldular.
Mayıs ayının en önemli günü aslında ikinci haftası kutlanan ‘’Anneler Günü’’ dür bence. Sona bırakmam da o sebepten. Çocuk sahibi olsun olmasın, tüm kadınların ‘’Anneler Günü’’nü kutlarım. Cenneti bu dünyada da ayaklarına sersek yine de haklarını ödeyemeyiz.  

Tahir Özcan 30 Mayıs 2017

SÖZ





SÖZ
Sonunda itiraf etti,
Her şey bir anda bitti.
O uğursuz anda.
Bir kelime, bir saniye süren sessizlik ve...
Bedenimi delip geçti
İki yüzü keskin bıçak.
Kaldı orada, saplanıp kaldı.
Gerçek olmamasını diledim,
Başımı yastığa koyarken.
Bu satırları yazmadan...
Yaklaşık altı saat önce.
Ben Haziran 2017

"O"










"O"
Gizemli mi? Evet.
Havva'nın Ademe göründüğü kadar.
Sakındığın şey o olmasın sakın,
Kendine yalan söyleyecek kadar.
Asla yapamayacaksın itiraf et,
Seninle ölecek sırların var.
Duymaya katlanacak bir vicdan bulsan bile,
Çoklar affedilemeyecek kadar.
Aslında yalnız mısın? Evet.
Etrafını sarmış kalabalıklar kadar.
Ben mayıs 2017

DEĞİŞİR HER ŞEY

Değişir her şey
Her şey değişir yüzeyde,
Derinde de her şey değişir.

Değişir düşünceler,
bu dünyada her şey değişir.


Mevsimler değişir yıllar geçtikçe,
bir çobanın sürüsü değişir.


Böyle değişirken her şey,
benim değişmem garip değil.


En parlağın bile değişir ışıltısı,
elden ele geçtikçe.


Yuvası değişir bir kuşun,
bir aşığın duyguları değişir.


Yolu değişir seyyahın,
ne kadar acı verse de.


Böyle değişirken her şey,
benim değişmem garip değil.


Değişir, her şey değişir...


Değişir güneşin seyri,
gece yerini alır.


Değişir çimler,
baharda yeşile bürünür.


Kürkü değişir cadının,
bir yaşlının saçları değişir.


Böyle değişirken her şey,
benim değişmem garip değil.


Fakat değişmez benim sevdam,
ne kadar uzakta olsam da.


Ne hatıraları değişir, ne de acıları,
benim halkımın, benim insanlarımın.


Dün değişen şey,
elbet yarın da değişmeli.


Ben de değişiyorum böyle,
bu uzak topraklarda.


Değişir, her şey değişir.


Mercedes Sosa

Laf-ı Güzaf

Laf-ı Güzaf

Benimleysen eğer
Dört başı mamur bir belde hayatım
Bütün sokaklarım bayram yeri
Korkularım kelepçeli
Yüreğim panayır gibi şen
Düşlerim gülşen.Benimleysen eğer,
Bütün yokuşlar düz
Günlerim bahar, gelincikler özgür,
Ömrüm gündüz
Sözlerin munis bir pınar sesidir
Har değildir içimin yangını
Yar busesidir.Benimleysen eğer
Kimse olmaz umurumda senden gayrı
Aldırmam köhne dünyanın kör dövüşüne
Dökülmez çiçeklerim zamansız
Acıtamaz içimi hiçbir kötü laf
Sen yeter ki benden vazgeçme
Gerisi manasız,
Gerisi laf-ı güzaf
(kargülü almıla)


Sevim Yakıcı

16 Mayıs 2017 Salı

DAMLA










Damla...
Alaca karanlık bir buluttan dökülmüştü,
Milyonlarca kardeşiyle birlikte.
Şakağımın kenarından aşağı süzüldü, süzüldü!
Vicdan azabı gibi soğuktu.
Çoğu kötü hatıralar gibiydi iz bırakan.
Ve de bir ömür gibiydi, kayıp giden.
Sonunda kayboldu toprağın uzerinde...
Ben. Mayıs 13 2017

23 Nisan 2017 Pazar

23 NİSAN.









23 NİSAN...
Ne mutlu görmezden gelene. Ne mutlu artık hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanana. Bir referandumun ardından, hem de rejimi değiştirecek bir referandumun. Bir sürü senaryonun ve entrikanın ortasında genç bir Cumhuriyetin mensupları olarak geldiğimiz bu gün ne mutlu. Aradan henüz bir hafta geçti ve dünyanın ilk ve tek Çocuk Bayramını kutluyoruz.Doksanıncı kez alanlarda ve evlerde. Çocuklarla ve içindeki çocuğu muhafaza edenlerle birlikte. Hep bir ağızdan marşlar söyleyerek. Bu bayramı onlara armağan eden kurucu liderlerine müteşekkir olarak. Eminim ki hepsi umut dolu.Hiç biri olan bitene duyarsız değil. Görüyor, biliyor ve bekliyorlar. Fırsat oldukça seslerini de çıkarıyorlar. ''Mutluluk görmezden gelmek konusunda ustalaşmak demektir'' demişti ya John Nash. Gerçekten de öyle miydi?
Halk oylamasının sonucunu zafer addedenler, mevcut iktidara ve liderlerine körü körüne bağlı olanlar, Cumhuriyete ve Devrimlerine düşman olanlar, geri dönülmez yola girildiğini düşünenler çok mutlular. Geçen 15 yılda ustalaştılar. Her gün mutluluklarını, zaferlerini, üst perdeden dinlemiyor muyuz? Öyle alıştılar ki kazanmaya, hep kazanacaklarını düşünerek 364 gün kesintisiz mutluluklarını neşrediyorlar.
Ama bu gün değil. Bu gün mutlu olan kesim çocuklar. Hesabı olmayan, masum, melek gibi çocuklarımız. Tabi onlar için endişelenen büyükleri de onlar mutlu olduğu için bu gün mutlular. Yalnız kendisini düşünmeyen, başkasının derdi ile de dertlenen koca koca çocuklar da bu gün mutlu. Hala gelecek umudu taşıyan, barışa, kardeşliğe ve bu Cumhuriyete inanan ruhu hiç yaşlanmayanlar mutlular. Oysa hiç çocuk olamayanlar için bu gün, 364 günün aksine bir tek gün, zulüm gibi geliyor. Bir türlü anlayamıyorlar kaybedenlerin bu umudunu ve inadını. 364 gün yetmiyor onlara. Bu bir günü de istiyorlar yılın diğer tüm günlerini getirenden. Sorgusuzca bağlı olduklarının lütfu idi ya yaşadıkları 364 gün. Elbet bu bir günü de verecekti onlara. Yoksa ölüm gibi zulümdü bu bir gün. Neler denememişlerdi ki. Gündelik olayları bahane ederek yasaklamışlardı törenleri. Kutlu doğum haftası icat etmişlerdi. Üstelik Hicri değil Miladi takvime bağlamışlardı. Hep aynı zamana denk getirmek için. Gün gelip diğer dini günler ile çakışmasına bile aldırmamışlardı. Eğer yasaklayamıyorlarsa, bir bahane uydurup katılmamışlardı törenlere. Katıldıklarında da baklayı ağızlarından kaçırmışlardı. Çünkü hiç çocuk olmamışlardı. Çocuk olmak nedir bilmiyorlardı. Ne oyuncakları olmuştu ne de bayramları. Ama bu gün 23 Nisan. Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Elbette Atatürk ün armağanıydı. ''Bazılarının yüreğe iyi gelen bir yanı vardı. Armağan gibiydiler'' der ya Küçük Prens.Tanrıdan asıl armağandı, bu bayramı armağan eden. Bu umudu yaşatmaya kimse engel olamazdı. Bu öyle bir mutluluktu işte kendiliğinden gelen. Nietzsche'nin öğüdü gerekti diğerlerine ''Başkasıyla gelen mutluluk başkasıyla gider'' demişti, gidecek de. 365 gün görmezden gelmeyenler hep birlikte kalıcı mutluluğun peşindeler. Sadece bu gün değil. Bu gün gibi bir sürü süregelen mutluluklar getirecekler. Motorları maviliklere sürecekler. Güneşli günler görecekler.
Tahir ÖZCAN 23 Nisan 2017


11 Nisan 2017 Salı

AYDINLIK

Görüntünün olası içeriği: 1 kişi, gözlük, açık hava ve yakın çekim
Herkes ağlayarak gelir de dünyaya

Pek azı yaşam sürer gülümseyerek


De ki kısmetle yada bilek zoru

Veyahut fitneci den minnet eyleyerek


Kimisi de hizmeti şah eder güldürür

Kimi ders verir gözün yaşın silerek


Resmeden de olur cümle devranı

Şiir le nakşeder kimi serv i revanı


Hatırlarız hepsini esbab ı nuzul gibi

Ruhsarı şen, ruhu şen, Kendisi RUŞEN


Ruşen HAKKI üstadın anısına...


11.04.2017 Tahir ÖZCAN

23 Mart 2017 Perşembe

UMUT




UMUT

Geceden korkmuyorum
Biliyorum bir kaç saat sonrası sabah
Norveç değil burası çünkü 
Altı ay beklenir mi güneş...

22.03.2017 T. ÖZCAN

13 Şubat 2017 Pazartesi

14 ŞUBAT

babalar günü ile ilgili görsel sonucu14 ŞUBAT

Kişi var ki ümid i izdivacında olsada iyi niyet
Ol yaşamda onunla bir ömür eziyet vesilesidir
Kişi var ki iyilik ummaya yok bir mesnet
Bir yastıkta geçen her gün tanrının hediyesidir

Tahir ÖZCAN

8 Ocak 2017 Pazar

O SÖZLER Kİ














O SÖZLER Kİ
O sözler ki acıdır
Mapushane avlularında
Demirli kırbaçlar gibi saklar
O sözler ki sırasında
Çiçek açmış bir nar ağacıdır
Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı
Sırasında gizemli bıçaklar
O sözler ki
İmgelem sonsuzluğunun
Ateşten gülüdürler
Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler
O sözler ki kalbimizin üstünde
Dolu bir tabanca gibi
Olup ölesiye taşırız
O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan
Uğrunda asılırız...

''Attila İlhan''

O SÖZLER
Özgürlük, Bağımsızlık, Vatan
Kurduğumuz Cumhuriyet
Herkesi bir arada tutan
Şimdi seçime zorluyorlar
Ya birlikte atan tek bir yürek
Yada ağızdan çıkan tek bir söz
Geleceğimizi belirleyecek...


Öne Çıkan Yayın

MAGNUM

  Yalanla kurduğunu, Yalnız kendin yaşarsın. Hayatı yarışma yapanlar, Yaşamayı nasıl başarsın. Duyuldukça adın, Yaşam üzerinden taşar. En iy...